29 Mart 2014 Cumartesi

Sırasıyla Üç Yazı - 3 - : Hayat Oyundur!


Hollandalı kültürel tarihçi Johan Huizinga, Homo Ludens isimli kitabında oyunun toplumsal işlevinden bahseder ve modern zamanlarda belli kalıplara sokulmaya çalışılan “oyun”un, aslında özümüzde olduğunu ve doğuştan “oyuncu” olduğumuzu aktarır. Huizinga “insan oyun oynayan bir varlıktır” der. Kitaba göre oyun çeşit çeşittir, belli kuralları vardır; katılımcılar özgürdür, gönüllüdür ve eğlenir.  Herhangi bir çıkar ya da yarar sağlama amacıyla ortaya çıkmayan oyunun çok önemli kültürel işlevleri vardır.

Konu oyun olunca, daha önce belirttiğim gibi pek çok bilimsel araştırma ve kitap bulabiliriz. Birçok teoriye göre oyunu irdeleyip değerlendirebiliriz. Terapi seanslarında, okulda ya da evde çocuklarımızın oyun davranışlarına bakarak “onun iç dünyasına” ilişkin, “kendi penceremizden” bir bakış atabiliriz… Bunların pek çoğu doğru olabilir ya da yalnızca inanmak istediğimize inanabiliriz. Ancak tartışmasız olarak hepimizin birleşeceği bir nokta olarak şu çıkar karşımıza; oyun vazgeçilmezdir.

Önceki yazımda bir oyunda neler olur konusuna bir parça değinmeye çalışmıştım. Bu yazımda oyununun bileşenlerinin ne işimize yarayacağını, elimden geldiğince aktarmaya çalışacağım.

Oyun bir kurallar bütünüdür; tıpkı hayat gibi… Bir çocuk oyundaki kuralların ne işe yaradığını öğrendiği zaman, günlük hayatın kurallarının da temel mantığına kavuşur. Neden sırasını beklemesi gerektiğini, kendisi kadar diğerlerinin de isteklerinin önemli olduğunu, sözün eylemden önce geldiğini, birlikte yapılan işin ve bununla beraber tek başına gösterdiği gayretin önemli olduğunu öğrenir. Bir düzeni vardır oyunun ve her an her şey olabilir de. Tıpkı hayat gibi…

İlişki içinde olmayı öğrenir; sadece oyun oynadığı kişilerle değil, oyun oynadığı mekânla, kendisiyle, duyularının her biri ve duygularının tümüyle. İlişkiyle beraber iletişim başlar; ben ve kendim, ben ve sen, ben ve şu an bulunduğum yer arasında. Böylelikle konuşur, dinler, düşünür, hisseder. Hepsinin bir sonuca vardığını görür, nedenselliği öğrenir; şu olunca bu oluyormuş…

“Empati” beceri olarak burada gelişmeye başlar; çocuk diğerinin mokasenleri ile yürümeye başlar. Dinlediğiniz zaman tüm kalbinizi açarak, diğerinin ne demeye çalıştığını anlarsınız. Bu arada diğeri gibi olmayı de öğrenirsiniz; maskelerin ne işe yaradığını, hangi maskenin ne zaman takılması gerektiğini deneyimlersiniz. Doktorculuk, öğretmencilik, evcilik… Bir de bu sırada yetişkinler için bir sağlamadır oyun; çocuklar maskeleri –belki de toplumsal rolleri demek daha anlaşılır olacak-  deneyimlerken, yetişkinler bu roller için nasıl modeller olduklarını öğrenirler.

İncitmemeyi, incinince nasıl hissedildiğini öğrenirler çocuklar oyunla. Başkalarının duygularını görmeyi ve paylaşmayı da… Şefkat göstermeyi, yardım almayı ve vermeyi öğrenirler. Kasıtsız ya da kasıtlı davranışlarının sorumluluğunu almayı öğrenirler; oyun oynayan herkes birbirinin aynasıdır en nihayetinde.

Çocuklar oyun oynarken engellenmeyi ve hayal kırıklığını öğrenirler. Her şeyin kendi istedikleri gibi olamayacağını, başkalarının özgürlüklerinin ve haklarının de önemli ve gerekli olduğunu, sınırlarının ne olduğunu deneyimleme şansına sahip olurlar.  Sorun yaşadıklarında dünyanın sonu olmadığını, bir çözüm üretebileceklerini öğrenirler ve buldukları çözüm işe yaramazsa birazcık destekle yeni çözümlere yönelebilme gücünü kendilerinde bulurlar.

Oyunun kaçınılmaz bir parçası olarak mücadele etmeyi öğrenirler. İstedikleri sonuca ulaşmak için çabalamayı, başkalarının da kendisi gibi bir gayret ve çaba içinde olduğunu, her zaman daha iyisinin olabileceğini ve önemli olanın sonuç değil çabaları olduğunu…

Tüm bunları tek başlarına yapamazlar elbette. Yanlarında her zaman bu konuda onlara model olacak, düştüklerinde onları kaldıracak ve hep güvenle orada, yakınlarda bir yerlerde bulunan yetişkinlere ihtiyaç duyarlar. Onlarla oyun oynayan, sadece onlarla oyun oynarken değil onlar kendi başlarına oyun oynarken de bundan keyif alan anne babalarını yanlarında görmek isterler.

Dünya bir oyun alanıdır, hayat ise bir oyun. Doyasıya yaşamak için oyun oynamayı öğrenmemiz önemlidir. Oyunun içinde bize keyif veren mizahı, yaratıcılığı ve coşkuyu kaybetmememiz ve bununla beraber tüm gerçekliği ile birlikte hayal kırıklıkları ve üzüntüleri karşılayabilmemiz için oyun oynamayı sürdürmemiz önemlidir.

Evet, oyun kurgusaldır; ancak oyun sırasındaki duyular ve duygular gerçektir. Bu gerçeklik de bizi hayatın gerçeklikleri ile baş etme becerileri ile donatır. İnsan olmanın gerçekliğini insanca yaşamayı öğretir oyun.

Oyun dolu bir yaşam dileklerimle; sevgiyle…


Beyhan ÖZPAR
Psikolojik Danışman

22 Mart 2014 Cumartesi

Sırasıyla Üç Yazı - 2 - : Haydi, Oyun Oynayalım!


Sizler geçen yazıdan beri “deneyimleri nasıl zenginleştiririz?” diye düşünürken, ben de “oyun oynamayı nasıl anlatabilirim?” diye düşündüm durdum. Sonra fark ettim ki oyun oynamayı anlatamam ama oyun oynayabilirim…

Sizlerle oyuna başlamadan önce bazı kuralları aktarmam gerektiğini hatırladım. Her oyunda olduğu gibi bu oyunda da ilk kural herkesin eğlenmesi! Tabi ki eğleneceğiz, eğlenmezsek eğer oyun oynamanın ne anlamı kalır. “Çocuk muyuz canım, ne münasebet.” diyenlerin sesleri yüreğime kadar geldi. Hayır, çocuk değiliz ama hepimiz büyümeden önce çocuk olduk.  Ayrıca çocuk olmak da gerekmez eğlenmek için. Ama kuralı unutmayın, HERKES EĞLENECEK… Yani sizin keyfiniz yokken ya da siz havanızda değilken ben eğlenemem ve ben mutsuzsam zaten sizin eğlenmeniz de benim için anlamlı olmaz. Hem böyle oynadığımız oyun da oyun olmaz.

İkinci kural ise kimsenin zarar görmemesi; yani sizi incitemem… Ne bedeninize zarar verebilirim ne de sözlerim ya da tavırlarımla ruhunuza. Bunu yapmak çok kolay değil tabi, sizi tanımam ve izlemem gerekir. Eğer niyetimi aşan bir hareketim olursa şimdiden özür dilerim ve bunu telafi etmek isterim ama sizin de bu onarıma izin vermenizi beklerim. Aynı şeyi siz de yapamazsınız; oyun oynuyoruz ya hani hepimiz eğleneceğiz, o zaman beni incitmemelisiniz. Bu şekilde oyuna başlayabilir, sürdürebilir ve tekrar oynamak isteyebiliriz. Unutmayın KİMSE İNCİNMEYECEK; oyundan soğumamıza neden olacak bir iz ne bedenimizin hafızasında ne de yüreğimizin hafızasında yer edinecek.

Peki, ne yaparsam acaba oyunum güzel olur? Yüksek sesle düşünüyorum, ne oynayacağımıza, nasıl oynayacağımıza karar vermemiz lazım. Hadi oynayalım deyince olmuyor öyle… Hepimizin bildiği bir şey olsun, hepimizin keyifle oynayacağı bir şey. Böyle yaparsak eğer kuralları hatırlamakta zorlanmayız. Tekrar baştan bir kuralları saymak yeterli olur. Ya kurala uymayan olursa; olur ya oyunun heyecanına kapılabiliriz ve kuralları unutabiliriz. E o zaman önce bir hatırlatma yaparız… İkinci defa uymayan olursa bir kere daha hatırlatırız ama uyarırız da; bir kere daha olursa oyundan çıkıp beklemek zorunda olacak diye. E bir daha uymazsa da artık ne yapalım; başta bir karar aldık, uygulamak gerekir.

Ne oynayacağımıza karar vermek bazen güç oluyor, ama kura çekebiliriz ya da önce birimizin istediğini sonra diğerimizin istediğini oynayabiliriz. Belki de en küçük olanımızın istediği oyunla başlarız oynamaya, sonra sırayla büyüklerin isteklerine geçeriz.

Sonra bu oyuna bağlanmamız lazım ama sadece oyuna bağlanmamız yetmez. Sizinle bir bağ içinde olmalıyım, bir ilişki de başlatmalıyım. Bu ilişkiyi öyle bir şekilde sunmalıyım ki size, benim sınırlarımın farkında olmalı, kendi sınırlarınızı güvende hissetmeli ve bu arada da eğlenmeye devam edebilmelisiniz. Tabi bu arada birbirimizle ilgilenebilmeliyiz, herkes özel ve biricik olduğunu bilmeli…

İhtiyaç duyduğumuzda karşılıklı olarak şefkat gösterip alabilmeliyiz mesela. Belki çok keyif alıyorken yanarım ve biraz beklemem gerekir, biraz teselli iyi olur böyle bir zamanda. Ya da birimiz kazara diğerinin canının acımasına neden olabilir; e bir özür dilemek canı acıyanla ilgilenmek fena olmaz. Sonra yanlışlıkla düşebiliriz, bir yerlere vurabiliriz bedenimizin bir parçasını. Azıcık mola verip dinlenmek ve yaralıyla ilgilenmek de, canı acıyan arkadaşımıza iyi gelebilir. Kendini grubun dışında hissetmez böylece. Tekrar oyuna katılamayacaksa da ya yanında oturur sohbet ederiz ya da oyuna devam etmek için onun da müsaadesini isteriz... Biraz centilmenlik kimseyi öldürmez…

Bu kadarı bir oyun için yeterli mi peki? Bence bu da yetmez; biraz iddia olmalı, ortamda şöyle bizi hareketlendirecek bir şeyler olsa iyi olur. Motivasyonumuz düşmesin diye bir amacımız olsun; bir yere varalım, ilk biz varalım; bir şeyleri toplayalım, en çok biz toplayalım… Ya da belki kendimizi deneyelim ne kadar yapabiliyoruz diye, hani “seksek” oynarken yanmamak için çalışırdık ya onun gibi… Boşuna oyun oynamak istemeyiz. Tabi amacımıza ulaşmak için bazen kendi sınırlarımızı zorlamak bazen diğerlerinin dayanma gücünü zorlamamız gerekebilir. Bunu yaparken çok büyük hedefler koymayalım o zaman, adım adım gidelim önce en küçük, sonra küçük, sonra orta gibi artarak gitsin zorluk derecesi. Herkes için yeteri kadar zor olduğunda da daha fazla dozu arttırmaya gerek yok bence… Sonra bazen işbirliği de yapabilmeliyiz, takım olarak da çalışabilmeliyiz. Her hedefe de tek başına ulaşılmıyor ki canım… Herkese normal gelen bir oyun belki birimiz için çok zordur; o zaman o kişiye yardım etmemizde ve işini kolaylaştırmamızda sorun olmaz… Amaç herkes eğlensin, değil mi?

Yine ne kadar çok yazmışım çizmişim farkına varmadan. Başlarken sadece oyun oynayalım diyordum da aslında basit bir oyun bile ne çok şey gerektiriyormuş değil mi? Ne kadar çok şey saymam gerekti güzel bir oyun yaratabilmek için.  Altı üstü bir oyun oysa ki…

Böyle yazdım çizdim de ne işimize yarayacak bu kadar şey, biraz düşünmek lazım belki… Siz bilgisayarınız başında düşünmeye başlamışsınızdır bile ben bunları yazarken. Ben de bunlar ne işimize yarayacak diye düşündüklerimi size yazayım önümüzdeki ay…

Tekrar görüşmek üzere; sevgiyle…

Beyhan ÖZPAR
Psikolojik Danışman

15 Mart 2014 Cumartesi

Sırasıyla Üç Yazı - 1 - : Dikkat! Bu Yazı Deneyime Dönüşmesi Umularak Yazılmıştır…


Yazı yazmanın en zor tarafı, deneyime dönüşme şeklinin gözlenememesi. Deneyimler ise yazıya sığamayacak kadar zengin ve tüm duyulara hitap ediyor. O zaman öyle zengin bir anlatım ve içerik sunulmalı ki ne dendiği anlaşılsın ve uygulamaya koymak kolay olsun…

“Oyun”u anlatmak kolay mıdır? Oyunun kuralları ya da nasıl oynandığını değil ve ya neye hizmet ettiğini de değil… “Oyun deneyimini” anlatmak kolay mıdır? Bir çocuk için ne anlama geldiğini ve bir çocuğun aslında oyunlarda neleri yaşadığını anlatmak gerçekten çok zor. Ama gözlerimizi kapatıp kendi çocukluğumuzun bahçesine daldığımızda kendi oyunlarımız hatırlayabiliriz ve bu oyunlarda neleri öğrendiğimizi de… Bazıları oyun denemeyecek kadar basit olan, kuralı sadece bir tane olan, zamanın gençleri ve büyükleri tarafından anlaşılmayan ve hatta tuhaf bulunan oyunlardan bahsediyorum. Atçılık oynama, “tıp” oyunu, beş taş gibi… Tabi bizlerin çocukluğunda şimdiki çocukların zenginliği yoktu, ne bebeklerimiz ne de oyun konsollarımız oldu. En gelişmiş oyun araçları tetrisler ya da Commodor 64’lerdi ve onlar da belli bir gelir seviyesine hitap ediyordu.

Amacım duygu sömürüsü yapmak ya da modern zamanlar ve tüketim toplumu söylemlerine girmek değil.  Amacım oyunlarımızın tüm duyularımıza hitap eden deneyim zenginliğini hatırlatmak. Tıp oynarken birbirimizin gözlerine baktığımızı, sessizliği deneyimlediğimizi, beden dilimizle bir şeyleri anlatmaya çalıştığımızı; beş taş oynarken sırayı nasıl takip ettiğimizi, taşı görmenin, ona dokunmanın ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatmak. Tüm bunları yaşarkenki sesleri, tatları, kokuları ve yumuşaklığı tüm netliği ile gözünüzde canlandırmak.

Şimdi size bebeklerle oynamanın nasıl bir dışa vurum ve duygusal gerginliği azaltma yolu olduğunu anlatabilirim ya da bilgisayar oyunlarının çocukların strateji geliştirme ve planlama becerileri üzerindeki etkisinden bahsedebilirim. Bu sayede bilimsel olarak oyunun öneminden bahsetmiş ve belli bir konuda anlayış geliştirmiş olabiliriz etkileyen ve etkilenenler olarak. Ancak çok sıradan oyunları unuttuğumuz bu günlerde, kendi tatlı çocukluğumuza uzanıp o zenginliği hayal etmenizi sağladığımda daha başka bir yere ulaşabilirim. Zaten bildiğimiz ve unuttuğumuz bir güzelliği, yaşantının kendisinin bize neler kazandırdığını tüm duyularımızın hafızasından geri çağırabilirim.

Zihin unutur ancak beden unutmaz. Psikolojik travma çalışmaları bu söylem üzerinden şekillenir. Bu söylemin sadece travma gibi olumsuz deneyimlere ilişkin olmadığını gözlerinizi kapatıp hayal etmeye başladığınız an sizler de anladınız. Bedenin hafızası engin bir deniz gibidir, yaşanmış her şeyin bedende bir izi vardır. Duyularımız kayıt tutar ve kötü şeyler kadar iyi şeyleri de depolar. O zaman yaşamın deneme tahtası olan oyunun da işlevi sadece zihnimizi uyandırması ve harekete geçirmesi değildir. Duyularımızı uyandırıp, bedenimizi ve ruhumuzu beslemektir. Oyunda sadece görme duyumuz etkin değildir; dokunuruz, tadarız, koklarız, hissederiz, duyarız ve söyleriz... Görünüşte ve söylemde tek amaç eğlenmektir çocuk için ancak böyle zengin bir eğlence çocuğun hayata yönelimini güçlendirir.

Başta söylemiştim, deneyimi anlatmak kolay değildir diye… Buna bir ek yapabilirim bu aşamada; deneyimi anlatmak kolay değildir ancak tekrar deneyimlemek ya da deneyimlenmesine eşlik etmek imkansız değildir. Yazıma son verirken sizleri “nasıl?” sorusuyla baş başa bırakıyorum. Sizler bu konuda bedeninizin ve zihninizin hafızasını yoklarken, ben de sizler için deneyime hazırlık konusunda yazmaya çalışacağım.

Sevgiyle...

Beyhan ÖZPAR
Psikolojik Danışman

Sırasıyla Üç Yazı

Merhaba,
 
Şimdi sizlerle üç yazımı paylaşacağım. Yalnız işin içinde bir bit yeniği var ve nasıl yapacağımı çözemedim. Bir karar vermem lazım... Ya şimdi hepsini yayımlayacağım olacak bitecek, ya da daha önce yaptığım gibi demlenmesi için aralara biraz süre serpiştireceğim ve belirli aralıklarla yayımlayacağım.
 
Konu şu; çok yararlandığım ve keyif aldığım bir oyun terapisi eğitimi aldım. Bu eğitimler sonrasında daha önce çalıştığım okulda, oyunla ilgili yazılar yazmamı istediler. Ben de yazdım; hem de büyük bir keyifle yazdım her birini. Ancak her yazının arasında bir ay var. Ve bu birer ay yazıları gözden geçirmek, içinizde nereye temas edeceğini görmek için beklemek, temas ettiği yerde biraz kalabilmek ve yazılardan süzülenleri deneyime dönüştürebilmek için çok iyi bir zaman ve alan sağlıyor.
 
Bunları yazarken karar verdim:) Yine arayla yayımlayacağım ancak bu defa bir ay ara vermeyeceğim. Her hafta bir tane...
 
Yine daha öncekiler gibi bağlantılar en sonda olacak - tı ki... Bir yazının bağlantısını bulamıyorum bir türlü... Neyse canım, siz de ikisinin linkinden yayımlandığı siteye, Eğitim ve Ötesi'ne ulaşabilirsiniz. Belki benim bulmadığım yazımı da siz bulursunuz, belli mi olur.
 
Haydi bakalım, keyifli okumalar. 1 numaralı yazı az sonra...

Ufak Bişi Diicem - Bu yazılar 2013 yılında, Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında yayımlandı... Ya da Haziran'da olması gereken yazı hiç yayımlanmadı ve o yüzden bulamıyorum...

14 Mart 2014 Cuma

Okul, Toplum Bilinci ve Ölüm


Bu yazı, hepimizi derin bir üzüntüye boğan Berkin Elvan'ın toprağa verildiği, 12 Mart 2014 tarihinde, yine Eğitimpedia'da yayımlandı. Bir daha böyle acılar yaşamamak, böyle yazılar yazmamak umuduyla, linki ile birlikte paylaşıyorum..

Berkin Elvan ve onun gibi, bir toplumun uyanmasının simgeleri olan pek çok kaybımız, ölümsüzdür...


Bugün çok uzun zamandır ilk defa nereden başlayacağımı bilmiyorum. Nereden başlarım, nelerden bahsederim, nasıl toplarım hiçbirini bilmiyorum; kafam karışık. Kafam öğrendiklerim, öğrettiklerim, bildiklerim ve/veya bildiğimi sandıklarım yüzünden karışık. Bugün her şeyi baştan düşünüyorum.

Okul ne içindir? Okul bireylerde toplum bilinci, evrensel hak ve özgürlükler, düşünceye saygı, ötekileşmeden ve ötekileştirmeden var olmayı öğrenmek içindir. Eğitim ve öğretim etkinlikleri bu çerçevede şekillenir. Bireycilik, “bireysellik, benmerkezcilik, izolasyon ya da narsisizm” anlamına gelmez; herkesin olduğu gibi var olabilmesi ve “insan” yerine konması anlamında ele alınır. Okulda öğretilen ve öğretilmeye çalışılan her şey bu çerçeveden bakıldığında anlamlıdır.

Peki, okullar bu görevlerini ne kadar üstlenmektedir ya da ne kadarını üstlenebilmektedir? Bir okul, içinde olduğu sisteme karşı görünen ancak o sistemi geliştireceği şüphe götürmeyen bir tavır alabilir mi? Almalı mıdır?

Bundan birkaç hafta önce, öğrencilerimizin yoğunluklu olarak yaşadığı semtlerden olan Cihangir’de internet yasası protestoları dolayısıyla olaylar çıkmıştı. Hemen akabinde okulda çocuklara toplumsal bilinç açısından bir açılım getirelim diye tartıştığımız bir toplantıda; “bunu nasıl yapacağımız çok önemli, çocukların çok içinde oldukları bir süreç var ve şimdilik bu riskli olabilir.” diyerek o konuya girmenin zamanı olmadığının ateşli bir savunucusuydum. Şimdi düşünüyorum da “peki o uygun zaman, ne zaman”?

Bir şeylerin içinden geçiyoruz. Hep savunucusu olduğum o “içinde olduğumuz gerçek yaşama çocuklarımızı dahil etmek”, tam şimdinin görevi gibi geliyor.  14 yaşında bir çocuk, ekmek almaya giderken, ülkesinin insanları gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmaya çalıştıkları, evrensel hak ve özgürlüklerini kullandıklarında susturulmaya çalışıldıkları bir gün, başından vuruluyor. Bu çocuk aylarca yaşama tutunmaya çalışıyor. Dün sabah artık tutunamadığı, kısa süren yaşamı son buluyor ve bildiğimiz dünyadan ayrılıyor. Tüm bunları uzaktaki belli bir mesafeden izlerken, bir anda acının uzaklıkları aştığını ve herkesin yüreğini yakabileceğini öğreniyoruz.

Sınıfta bir öğretmen yaşadığı üzüntüyü ve çocuğun başına gelenleri paylaşıyor. Çocuklar kendi aralarında konuşuyor. Öyle büyük çocuklar değil, 6-7 yaşlarında çocuklar. Biri diyor ki “bu polislerin suçu”; bir diğeri “ama çok gaz varmış, belki görmemişlerdir”; bir başkası “isteyerek olmamıştır” diyor ve sonuncusu da “ama başbakanı nasıl koruyacaklar” diye bitiriyor sohbeti. Öğretmen karışmıyor bu sohbete, sadece dinliyor. Çocuk dünyalarından gördüklerine karışamıyoruz. Sonrasında ise üzerinde düşünüyoruz, bu nasıl okunabilir diye.

Okumalardan biri şu olabilir; “çocuklar klasik olarak suçlu/suçsuz ayrımı yapmaya gitmişler”. Bir başkası şöyle olabilir; “çocuklar suç unsurunu arıyorlar, suça odaklanıyorlar; ancak suç unsuru yok – o zaman mutlaka bir kaza olmalı”. Ya da şöyle diyebiliriz; “sonuncu çocuğun ailesinde neler konuşuluyor Allah aşkına?”. Söyle de denebilir tabi; “ sonuncu çocuğun güce atfettiği şeyler çok önemli ve gücün korunması lazım, sanırım onun için güçlü olmak kıymetli bir şey”. Bunların her biri doğru olabilir; tam anlamıyla ya da sınırlı bir biçimde. Ya da tamamen yanlış olabilir hepsi.

Ben şimdi başka bir okuma yapmaya çalışacağım. İlk çocuk sanırım ölümle ilgili kaygısını dile getiriyor ve buna sebep olanlarla ilgili öfkesini dile getiriyor. İkinci çocuk inanmıyor duyduklarına ve mutlaka başka bir şey olmuştur demeye çalışıyor. Üçüncü çocuğun ise güvenmesi gerektiği söylenmiş kişilerin, hayatı tehdit eden tutumlarını aklının almadığını söylemeye çalışıyor zannımca. Ve sonuncusu da, yok canım mutlaka bir tehdit vardır ve hani önemli ya başbakan onu o tehditten korumak için yapılmış olanlar kötü olamaz herhalde demeye çalışıyordur belki.

O halde tekrar bakalım duruma. Çocuklara yerel ve genel yönetimlerle ilgili, hayat bilgisi dersindeki sınırlı bilginin dışında ne veriyoruz? Okulda meclis ya da sınıf başkanı seçimleri demokrasi bilincinin aşılanması için ne kadar yeterlidir? Bu bir bilinçlendirme midir? Güvenlik nedir? Güvenliğimizi korumakla görevli kişilere nasıl güvenebiliriz? Toplum güvenliği mi, seçilmişlerin güvenliği mi önemlidir? Seçilmişler ne için seçilmiştir? Seçilmişler kimi temsil eder? Güç ne zaman zorbalığa dönüşür? Kişi hak ve özgürlüklerinin korunması öncelikler arasında mıdır? Özgürlük nedir; serbestlik ve başıboşluk mudur? Neyi, ne kadar, ne zaman, nasıl yapacağımızı nasıl öğreniriz? Bir kişinin özgürlükleri, bir toplumun özgürlüklerinin önünde midir? İçinde yaşadığımız topluluğa hizmet etmesini beklediğimiz kişiler bu topluluğa karşı hareket ettiklerinde sessiz mi kalmalıdır? Tüm bunlarla ilgili farklı fikirlere de sahip olsak ortak uygulamalar bulabilir miyiz? Farklı düşüncelerimize karşın birlikte yaşayabilir miyiz? “Biz” dediğimiz zaman bir “onlar” yaratmak zorunda mıyız? “Onlar” diyerek ötekileştirmeden, hep beraber, ortak bir zeminde buluşup “biz” olamaz mıyız? Davranışlar, yetki, sorumluluk ve inisiyatifler nasıl ele alınmalıdır? Davranışlarımızın sorumluluğu kime aittir? Bu sorumluluğu üstlenmek ve bununla yaşayabilmek de bir özgürlük değil midir?

Bu ve benzeri binlerce soru olabilir. Bir çocuğun bir ülkeyi acıya boğarak ölmesi; onlarca gencin demokratik ve insanca haklarını savunurken ölmesi, sakat kalması; bir halkı temsil eden anayasal bir grubu düşünceleri bizimkine hiç benzemiyor diye sürekli dışarıda tutmak ve hem o halka hem de temsilcilerine kötü muamele etmek; bir futbol takımının hem temsil ettiği değerler hem de atletik başarısı yüzünden yaşamsal tehdit altında olması; ve yine sayamadığım pek çok durum, yukarıdaki soruların okul sistemleri içinde tartışılmaması ve yerini bulmaması kaynaklı bir körlükle ortaya çıkar.

Bugün Berkin Elvan toprağa veriliyor. Ardında acılar içinde bir anne baba, aynı acıyı daha önce yaşamış ebeveynlerin tazelenmiş yaraları, bir toplumun sızlayan vicdanı ve kanayan kalbini bırakıyor. Ve biz okullarda susuyoruz. Çünkü çocuklar bunu anlamazlar, bu onlar için çok korkutucu diyoruz. Galiba aslında kendimiz içinden çıkamıyoruz ve “bilmiyorum, ben de korkuyorum” diyememek yüzünden de konuşmamak en akıllıca olan gibi görünüyor.

Okullar ne içindir? Okul toplumun bir aynası ve prova yeri ise, neden toplumsal yaşamın gerekliliklerini konuşmak için bekliyoruz? Neden içinde yaşadığımız sosyolojik, antropolojik, psikolojik, etik ve demokratik koşulları yaşı kaç olursa olsun çocuklarla konuşmuyoruz? Siyasallaşmaktan mı korkuyoruz yoksa içinden çıkamayıp gücümüzü kaybetmekten mi? Bunu çok küçük yaşlardan itibaren konuşmazsak, bu bilinci çocuklara aktarmayı nasıl düşünebiliriz? Onları da evrensel hak ve özgürlükleri bilen, buna saygı duyan, toplumsal bilince sahip olan bireyler olarak yetiştirmemiz nasıl düşünülebilir?

Şimdi bildiklerimi ve bildiğimi sandıklarımı yeniden düşünüyorum. Kendi içimde bir karmaşa var ve ben durulmasını bekliyorum. “Eğitimi yeniden düşünmek” dediğimiz zaman, yukarıdaki her şeyi bir daha düşünmemizin zamanının çoktan gelip geçtiğini hissediyorum.

Şimdi değilse ne zaman? 


Beyhan ÖZPAR

“İnsan”


http://www.egitimpedia.com/bakis-acisi/okul-toplum-bilinci-ve-olum

Psikolojik Yardım Almak İçin Gelen “Çocuk” Kimdir?

Aşağıdaki yazım, 28 Şubat 2014 tarihinde, Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü resmi web sayfasında yayımlandı. Linki, yine en altta bulabilirsiniz.


Bazı sorular vardır, bazen ne sorulması ne de cevaplanması hedefine uygun bir anlama ulaşamaz. Bu soruların bir kısmının hiç sorulmaması makbuldür; sorulduğu zaman alınan cevap yanında belli yükler ve sorumluluklar getirir. “Psikolojik yardım amacıyla terapiye gelen çocuk kimdir ve aslında ne ister?” bu sorulardan birisidir.

Bu soruya cevap aramaya başlamadan önce başka bir soruya cevap aramak gerekir; sorunun asıl muhatabı olan “çocuk” kimdir? Sosyolojik, biyolojik, antropolojik ya da psikolojik – başka disiplinlerce de- farklı açıklamalara bilimsel temelde bir cevap aramak mümkündür. Ancak tüm bu açıklamalardan bağımsız, bu soruyla karşılaşmış her insanın aklına gelen bir “çocuk” imajı anında beliriverir. Bu çocuk imajları temelde şeklini “çocukluğunu unutmuş” , kendini yetişkin olarak ortaya koyan ve yaşamda uzun zaman geçirmeyle bağlı deneyimlerin çokluğundan, bu deneyimler çokluğu ve deneyimlerden çıkarılan zihinsel çıkarımlara fazlasıyla yaslanan şemalardan alır; sonucunda da kavramsal tanımlara ulaşılabilir. Diğer taraftan çocuklar tüm bu zihinsel yaslanmalardan uzak bir şekilde ve dünyada daha kısa bir süredir bulunmaktan kaynaklı sınırlı bir yaşamsal deneyimle, çocukluklarını yaşamaya devam ederler. Bazıları için çocuk edilgen boş bir levha, bazıları için sınırsızlığın temsilidir. Arkaik bir şema olarak çocuk imgesini arketipal bir temele oturtursak eğer, C.G. Jung “kozmik çocuk”dan bahseder. Kozmik çocuk, sınırsız gelişim ve büyüme potansiyeline sahip bir imgedir. Bir arketip olarak ise bu sınırsız büyüme ve gelişme potansiyeli, her bir bireyin deneyimleri ve deneyimlerinden ulaştığı sonuçlar olarak karşımıza çıkar.  

Temel sorumuza geri döndüğümüz zaman, yardım almaya gelen çocuğu tanımlamak kendi içinde hem kolaylıklar hem de zorluklardan bahsetmeyi gerektirir. Cevaplama sürecinde de önce kolaylıkları, ardından çocuk imajını ve zorlukları birlikte ele almakta yarar vardır.

Kolay tarafından baktığımız zaman yardım almaya gelmiş çocuk, aslında yardım alması için getirilmiş bir çocuktur. Tanımlayamadığı bir sıkıntısı ve bunu ortaya koyan davranışları vardır. Onu yardıma yönlendiren, getiren kişi/kişiler tarafından bu sıkıntıları davranışlarıyla tanımlanmıştır. Adı “uyum bozukluğu”, “alt ıslatma”, “tırnak yeme”, “davranış bozukluğu” gibi çeşitli başlıklarda, önden tanımlanarak getirilmişlerdir. Yani aslında bu sıkıntı bir yetişkin tarafından “tanımlanmıştır”; hatta bu sıkıntı başlıca yardım almasını gerektiren sebeptir. Yapılacak sonraki adım bu sıkıntıyı gidermek, yani aslında tanımlanmış olan davranışları “yok etmek/değiştirmektir”.  Bu perspektiften bakılınca bu çok kolaydır. Çünkü zaten çocuk edilgendir, yetişkinler onun için durumu tanımlamıştır, onun öz deneyimi ile ilgili yetişkin yaşam deneyimi çerçevesinden bir tanımlama yapılmış ve sonra olması gerekenlere ilişkin bir yol haritası çizilmiştir. Geriye kalan şey, çocuğun seanslar boyunca terapi odasına gelmesi ve bu sıkıntısının “düzeltilmesi” olur. Düzeltme işleminde beklenen şey de önceden belirlenmiştir genellikle; terapi seanslarının sadece çocukla olması, terapi odasına sadece çocuğun girmesi, mümkünse bu süreçte sorun neyse düzeltilmesi ve bir daha nüksetmemesi gibi formülasyonlarla karşılaşılır. Bu ise hem yardıma yönlendirenin (genellikle okul, sınıf, eş/dost/akraba çevresi gibi) hem yardıma getirenin (anne, baba ya da ikisi birden) hem de terapistin işini çok kolaylaştırır.

İşin zor tarafını ele almaya başladığımızda işler karışır. Öncelikle çocuğu bir daha ele almak gerekir. Çocuk, tek başına var olmuş bir “nesne” değildir. Onu var eden biyolojik bir temelin yanında, sosyal, kültürel, dilsel ve ruhsal bir çevrenin ürünüdür. Bununla beraber çocuk yaşam deneyimi açısından bir yetişkine kıyasla dünyada geçirdiği süre kısadır, dolayısıyla karşılaştığı durumlar ve bunlara tepki verebilme becerisi sınırlıdır. Bu sınır onların deneyim ve algılarını geliştiremeyecekleri anlamına gelmez, aksine tüm deneyim ve anlamlandırmalara açtırlar. Tam bu aşamada içine doğdukları çevre, deneyimler sunmaya ve bu deneyimleri anlamlandırmalarına rehberlik eder. Zorluklar bu noktada başlar.

Eğer çocuk imajınızda yukarıda değindiğimiz bakış açısına sahip değilseniz haliyle düzeltilmesi gereken hep çocuk olacaktır ve terapiye getirilen çocuk budur. Yanlıştır, eksiktir, sıkıntılı ve yamuktur; doğrulanması, tamamlanması, rahatlatılması ve düzeltilmesi gerekmektedir. Bu süreç boyunca da çevresel hiçbir düzenlemenin gereği, ruhsallığın dolayısıyla davranışların yeniden inşasına yardımcı olacak yakın çevrenin dönüşümü sınırlı olacaktır ya da hiç olmayacaktır.

Etkileşimsel çevresinin etkisi altında olan ve kendi de etkileşim sürecinin içindeki bir varlık olarak çocuğu ele aldığımızda terapiye kim ya da kimler gelir? Fenomenolojik yöntem gereği odada bulunan sadece çocuk olmaz. Aslında terapi odasında; terapist de dahil olmak üzere, çocuğun etkileşim içinde bulunduğu tüm parçalar ve onların oluşturduğu bütünden daha fazlası olan sistem, çocuk ve çocuğun davranışları vasıtasıyla kendine ifade bulur.

Psikanalist, dilbilimci ve bir düşünür olan Lacan’a göre ruhsallığın gizli parçası olan bilinç dışı, dil gibi yapılanmıştır ve ruhsallığın temsilleri göstergelerden oluşur; gösterge hem şekil hem de o şeklin anlamıdır. Bu göstergeler onları dil ya da davranışlarla ortaya koyma şeklinde tanımlanabilecek bir gösterene –şekil- ihtiyaç duyar. Bir sistem ve/veya etkileşimsel bir ağ söz konusu olduğunda çocuklar, Lacancı bir bakış açısıyla, sistemin bilinçdışının “göstereni” olarak ortaya çıkar. Göstergeyi oluşturan diğer parça olan “gösterilen” –anlam- ise çocuğun sıkıntısı olarak gözlemlediğimizdir.

Bir çocuğun deneyimini, deneyim sonundaki karmaşasını ve bu karmaşadan doğan duygulanımını anlamlandırma becerisi kısıtlıdır ya da hiç yoktur. Anlamlandırmayı ister ancak içinde bulunduğu gruba aidiyetini de korumak ister. Bu bir gruba ait olma ihtiyacı dolayısıyla, deneyimini anlamlandırmasına destek olacak ve rehberlik edecek yetişkinlerden nasıl yardım isteyeceğini, yardım isterse onlarda nasıl bir etki bırakacağını ve dolayısıyla alacağı tepkinin ne olacağını bilemez. Ayrıca alacağı tepkinin aidiyetini tehlikeye atması ile ilgili tanımlayamadığı içsel bir korkuyla orada bulunmaya, gruba tutunmaya çalışır. Yine de sistem içinde herkesin işbirliğini gerektiren bir konu olduğunu ifade etmenin bir yolunu bulma ihtiyacındadır. Bu sebeple dolaylı yollar kullanır, davranışlarla ihtiyacını dile getirmeye çalışır. Bu dile getiriş bazen aşırı yıkıcı tutumlar, bazen içe çekilme bazen öğrenmeye ilişkin sorunlar gibi pek çok şekilde karşımıza çıkabilir. Böyle baktığımız zaman çocuğun ortaya koyduğu sadece çocuğa ait düzeltilmesi gereken bir konu olmaktan çıkar, sistemin tüm bileşenlerini göreve çağırır.

Terapi odasına giren çocuk vasıtasıyla annedir, babadır; varsa kardeşlerdir. Ve bu halkalar merkezde çocuk olacak şekilde, içten dışa doğru çoğalarak tüm topluma yayılır.  Tüm bu bileşenlerin her birinin getirdikleri kadar birbirleri ile ve çocukla etkileşimleri terapi odasında kendisine yer bulur. Bu sadece çocuğun fiziksel ve ruhsal olarak ortaya koyuşları ile gerçekleşmez. Bazen sistemin parçaları da fiziksel ve ruhsal olarak terapi odasında bulurlar kendilerini. Dönüşüm, gelişim, değişim terapi odasında ancak bu yolla vuku bulur; bunun için de bu acılı yolda eşlikçilerin hazır olması ve kendilerine düşen payın baştan farkında olmaları önemlidir. Bir çocuğun acısı ancak onu var edenlerin acılarıyla anlam bulabilir ve çocuğun bu acıdan geçebilmesine ancak kendi acılarından geçebilen yetişkinler yardım edebilir.  

Terapi odasına psikolojik yardım almak için gelen çocuk kimdir? İçinde bulunduğu sistemin acılarını taşıyan ve bununla baş etmeye çalışan, ancak bu acıyla ne yapacağını, onu nereye koyacağını, acıdan nasıl geçebileceğini bilmeyen küçük bir ruhtur. Bu ruh, içinde bulunduğu sistemin acılarının temsilcisidir. Tüm sistemi terapi odasına getiren, sistemin en değerli parçasıdır. 


Beyhan ÖZPAR
Psikolojik Danışman

Okul Kimin İçindir?

Şu an paylaştığım yazı, 16 Ocak 2014 tarihinde, Eğitimpedia'da yayımlandı. Aşağıda linkini de ekledim...


Günümüzde en büyük ebeveyn uğraşlarından biri çocuklarının okul yaşantılarına ilişkin kaygılarını gidermektir. Bu yüzdendir ki “doğru okulu seçmenin” hem ebeveynler için hem de eğitimciler için en popüler tartışma konularından biri haline geldiğini gözlemlemek çok kolaydır. Peki, “doğru” okul nedir; okulu “yanlış” yapan nedir ve tabii ki “okul aslında kimin içindir”?

Yetişkinler olarak bizler kendi çocukluk deneyimlerimizin benzerlerini kendi çocuklarımız yaşamıyor diye sürekli şikâyet ederiz. Günümüzde her şeyin yüzeysel ve suni oluşunu tartışır, sokakların ve oyun alanlarının yetersiz ve “tekinsiz” olduğundan bahseder dertleniriz.  Sonra çocukluğumuzun güzelliğini unutarak, yetişkin pencerelerimizden yine çocuklarımız için en “doğru” olanı seçmek için didinir dururuz. En doğruyu ne belirler, en doğru nedir, mutlak bir en doğru mümkün müdür diye düşünmeyiz bile…

Kaygı Üzerine isimli kitabında Renata Salecl ebeveynlik kaygılarından ve kaygılanma şekli açısından iki farklı ebeveyn grubundan bahseder.  Birinci grup ebeveyn çocuğu için en iyisini yaptığından kaygı duyan ve onun için daha iyi olmaya çalışan bir gruptur. İkinci grup ise kendisinin ebeveynliğinden hiç şüphe duymayan ancak çocuklarının “iyiliğinden” endişe eden gruptur. Farklı tutumlar geliştirseler de ortak paydalarının “okul” seçmek gibi toplumsal bir işleve yönelik çabalarında bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak bu çabaları da kaygılarına göre farklı boyutlarda tepkilere neden olur.

Lacan, kaygının, bir eksiğin yerini “aslında o boşluğa uymayan” bir başka şeyle doldurulmasından doğan bir tepki olduğunu vurgular. Çağdaş tüketim toplumlarının ise “eksik olanla” ilişkisini ve bu eksik olana duyduğu “tahammülsüzlüğü” anlatmak için sayfalar yetmez. Günümüz toplumlarında (gelişmiş, gelişmekte olan v.s. bir ayırıma gitmeden; kendi içsel süreç ve ritüellerine sadakat taşıyan ilkel toplulukları dışarıda tutarak) eksiğin kabul edilemez olduğu bir gerçektir. Bu eksik ya bilgiyle ya görgüyle ya da deneyimle doldurulmalıdır. Ancak eksiğin deneyimlenmesi –mesela “can sıkıntısı”- gerçekleşmemelidir. Modern insanın bitmez tükenmez kaygısı da işte burada kendini gösteriverir… Daha fazla bilme, daha fazla öğrenme, daha fazla deneme, daha fazla yaşama daha fazla “olma”; ancak gerçekten var olmaya zaman ayırmama…

Şimdi gelelim ebeveyn kaygıları ve okul seçme konusuna… Modern zaman ebeveynlerinin okul seçimi konusunda hep bir tereddüt içinde olduğundan bahsetmiştik zaten. Asıl konumuza gelirsek bu tereddüt nereden gelmektedir? Bir ebeveyn niçin çocuğuna bir okul seçmeye çalışırken kendisine bir araba almaya çalışıyormuş gibi davranır? Acaba arada unuttuğumuz bir şey var mıdır? “Gerçek ve doğal çocukluk ihtiyaçları” neden yetişkin kaygılarının içinde kayboluverir?

Birinci gruptaki ebeveynler her zaman çocukları için iyi olanı yapmaya çalıştıkları için asla doğru karar verdiklerinden emin olamazlar. Hep bir eksik vardır ve bu eksiğe kimin tahammül edemediği de aslında az önce bahsettiğimiz gibi çok açıktır. İkinci grup ebeveynler ise hangi okulu seçeceklerinden çok emindirler ancak çocuklarının bu okulla nasıl bir etkileşim içine gireceğini pek dikkate almazlar. Bir bakmışız ebeveynler çocuklarını unutup kendileri için okul seçmiş olurlar.

Çocuk mutlu değildir… Birinci grup ebeveyn için bu, kendisi yanlış bir karar verdiğindendir. Zaten o eğitim modelinde şöyle bir eksik vardır, öğretmen böyle uygun değildir, fiziki koşullar şundan sıkıntılıdır, malzemeler çok kalitesiz, bakıcısı çok cahildir… Bu eksikler çocukların %1’ine denk gelmektedir ve nasıl olur da bu denk gelebilme ihtimalini ebeveyn düşünememiştir? Nasıl olur da bu eksikleri, daha doğrusu o eksikleri nasıl dolduracağını önceden kestirememiş ve planlamamıştır? Orada, dışarıda bir yerde mutlaka çok daha “tam” ve “iyi” bir okul vardır. Ama ebeveynlik zor, kaygıyla yüzleşip “hata yaptım” diyebilmek daha zordur; o zaman “biz kötü ve yanlış olacağımıza, okul kötü ve yanlış olsun” daha iyidir. Oh; dışarıya at ve rahatla… İkinci grubun ebeveynleri için bu daha katlanılmazdır. Bu çocuğun nesi vardır ki hiçbir yerde mutlu olamamaktadır? Okullar içinden en iyisi seçilmiş, öğretmenin en doğrusu bulunmuş, eğitim yöntemlerinin en doğrusu belirlenmiş, kitap, defter v.s. en iyisi alınmış, bakıcının en iyisi tutulmuştur. Nasıl olur da çocuk mutlu değildir ve yine “okul değiştirmek” gereklidir. Ya da ne okul değiştirmesi, en doğrusu bulunmuşken çocuğun buna uyum sağlamaması nasıl mümkün olabilir? O zaman yine ebeveyn olarak ben hata yapamam ve okulu ben seçtiğime göre okul da hatalı olamaz; o zaman hatalı ve yanlış olan “çocuktur”. Bu çocuğun nesi vardır? Oh; dışarıya at ve rahatla…

Peki, tüm bu eksiklik, yanlış seçim ve belirsizliğe rağmen “doğru okulu” bulduğuna inanan ebeveynler kimlerdir? Cevabı zaten bulduğunuza inanıyorum. Kendi kaygılarını çocukların ihtiyaçlarından ayırabilen ebeveynler “doğru” okulu yani aslında “uygun” okulu seçer… Çocuk olmanın ne demek olduğunu hatırlamışlar, kendi çocuklarının farkına varmışlardır. Kendi kaygılarıyla çocuklarının kaygı ve ihtiyaçlarını ayırabilmişlerdir. Çocuklarının doğal bir öğrenme yeteneği olduğunu unutmamışlardır; bu yeteneğin ortaya çıkması için desteklerini verirler ancak zorlamazlar. Mutsuzluğun da mutluluk kadar gerekli olduğunu, bazı eksiklerin “gerçek hayatta” hiçbir zaman doldurulmayacağını, kaygı duymanın o kadar kötü olmadığını kendilerine hatırlatırlar ve bunu yaşarlar. Bunu yaşarken çocuklarına, bunu yaşamanın “kötü, istenmeyen ve yanlış” bir şey olmadığını da doğal bir şekilde öğretirler. Kararında bir engellemenin, hayal kırıklığının insanı geliştirdiğini bilirler. Ayrıca uygun olmayan bir karar verebilmek, olumsuzluğun deneyimlenmesi ve kaygı duymak için de kendilerine izin verirler.

Dolayısıyla okul seçerken bir ebeveynin kendine soracağı en önemli iki sorunun “bu okulu kimin için seçiyorum?” ve “bu kimin ihtiyacı?” olduğuna inanıyorum. Bu sorular, “bu okul hangi yöntemi, nasıl ve nerede uyguluyor” araştırmasının ardından geldiğinde tamamlayıcıdır. O zaman “yanlışlığın” telafi edilebilmesine olanak sağlanır…  Ne okul, ne ebeveyn ne de en önemlisi çocuk “yanlış” olur; sadece olması gereken vuku bulur.

Yanlış anlaşılmasını istemem, kaygı duymamaktan ve kaygıyı kontrol etmenin ne kadar iyi bir şey olduğundan bahsetmiyorum. Kontrol etmeye çalışıp küçük bir boşluğu doldurmaya çalıştıkça ne kadar büyük boşluklar yarattığımızdan ve yok edip kontrol etmek yerine “gerçek” ve dozunda bir kaygının içinden geçmenin öneminden bahsediyorum. Kaygı bizi yaşamla, ölümle, toplumla, kendimizle; var oluşumuzun özüyle temasta tutar. Bu tür bir kaygı çocuklarımıza bırakacağımız çok önemli bir mirastır.

Bir psikolojik danışmanın gözünden okul, büyümeye ve toplum içinde var olmaya çalışan bir çocuk, kendisine bakma cesareti gösteren bir ebeveyn ve tüm bunlardan kendine görev ve sağduyu oluşturmuş bir ekip için paha biçilmez bir “kurumdur”. Ve ne olursa olsun; okul herkes içindir, her yer okuldur. 

Beyhan ÖZPAR, Psikolojik Danışman


Kaynaklar:
Renata Salecl, Kaygı Üzerine – Metis Yayınları

J.D. Nasio, Jacque Lacan’ın Kuramı Hakkında Beş Ders – İmge Kitabevi


http://www.egitimpedia.com/egitim-2/okul-kimin-icindir

Nereden başlasam...

Ben aslında çok direndim blog açmaya... Yani bir düzen olsun gerekiyor falan derken yapamam zannediyordum. Hala daha bilmiyorum yazabilir miyim, tembelim biraz. Ama yazdığım ve farklı yerlerde yayımlanmış yazılarım da var... Bari, dedim, yazdıklarımı toplayacağım bir alanım olsun.

Aslında bir okulda "rehber öğretmenim". Ve yine aslında böyle demekten pek hoşlanmıyorum; psikolojik danışmanım demeyi daha çok seviyorum. E bir sürü eğitim aldım, hepsi birbirinden kıymetli... Hepsinden çok şey öğrendim, yine de en çok aile terapisi eğitimim ve sistem dizimleri terapisi eğitimim beni değiştirdi, dönüştürdü, şimdi olduğum kişi yaptı... Bu halimi seviyorum; kör noktalarımla. Biliyorum ki kendime yolculuğum da devam edecek, ölene dek.

Peki ne yazıyorum ben? Aklıma gelen pek çok şeyi... Kafamı karıştıranları, fikirlerimi, inandıklarımı, uygun gördüklerimi -daha sonra değişseler de-; eğitimle ilgili, çocukla ilgili, anne/babalıkla ilgili, kendimle ilgili yazıyorum.

Hem toparlamak hem de paylaşmak için artık "blogger"ım... Vay be, söylemek bir tuhaf geldi.

E madem öyle, başlayalım o zaman. Şimdi paylaşacaklarım daha önce başka yerlerde yayımlanmış olanlar; linklerini de veriyorum altlarında. Yayımlayanlara da çok teşekkür ediyorum tekrar bu vesile ile...

Hadi bakalım iş başına... Sevgiyle, muhabbetle.

Beyhan