7 Mayıs 2020 Perşembe

Küresel Tehditler Bireysel Kaygılara Ne Yaptı?


Uzun zamandır içimde dolaşan kelimeler ve cümlelerle ne yapabileceğimi anlamaya çalışıyorum. Tabi bu biraz paradoksal görünüyor: psikanalizden biliyoruz ki dile gelmeyen her şey daha sonrasında ruhsal, zihinsel ya da bedensel bir soruna dönüşüyor ve yine de bunları kime söylemeli, nasıl söylemeli ve söylemin bir değeri var mı gibi sorular da bu sözelleştirmeyi daha da zorlaştırıyor. Dolayısıyla bu yazıyı kaleme alırken, içimdekileri dışarıya yansıtırken belli soru(n)lar da beraberinde geliyor… Mesela söyleyeceklerimin anlamı var mı, bu anlam kimin için? Kendi kendime konuşmak gibi mi düşünmeliyim yoksa belki benzer hislere sahip kişiler için kendi kelimeleri ve cümlelerini bulmalarında bir araç olur mu? Yeni bir şey söylüyor muyum –ki bu çok kritik bir konu çünkü daha önce söylenmiş bir şeyi tekrar söyleyeceksem bu neye yarayacak ya da farklı bir şey söyleme şansım varsa bu ne kadar kabul görecek ve anlaşılacak? Peki bu kimin sorunu J? Yani gören gözlerin, okuyan “ötekilerin”  onaylaması için mi yazıyorum, yani bu bir ruhsal mastürbasyon mu yoksa yine başa dönecek olursak –ki bunu sık yapacak gibiyim- kendi kendime konuşmanın bir yolu olarak ama daha dışarıya dönük bir yolu olarak mı gerçekleşecek bu süreç?
Evet, gördüğünüz gibi bir yazı yazmak sadece “bir yazı yazmak” değil benim için; yanında kendime dair sorular sormaya devam ettiğim ve kendimi, ilişki kurma şeklimi anlamaya çalıştığım bir deneyim de… Ve okuyucuya da “o zaman bu son derece öznel alana niye gireyim ki?” diye sorma hakkı veriyor.
Gelelim ikinci bir güçlüğe: bu yazının başlığı ne olacak? Her yazı yazma girişimi bir başlıklandırma süreci de gerektiriyor. Ve bu başlık öyle bir başlık olmalı ki okuyucusu için “anlatılan ne acaba?” merakı uyandırsın, yenilik ya da özdeşlik hissi versin ama alışıldık ve klişe olmasın, yazının içerdiği her şeye temas etsin ama bir taraftan da her şeyi, tabiri caizse kusar gibi ortaya dökmesin ve en önemlisi anlaşılır olsun… Böyle “ideal” bir başlık bulmak çok zor olduğu için her zaman yaptığımı yapıp, yeterince iyi bir başlık seçmeye karar verdim ve bu da takdir edersiniz ki “bana göre yeterince iyi” olan. Şimdi başlığa baktığımda baştan beri kendi endişelerimi aktarma şeklimle sanırım iyi de bir giriş yapmış oldum J.
Her şeyden önce bu “pandemi” ile karşılaşma deneyiminin çok öznel olduğunu söyleyerek başlamakta yarar görüyorum. İstisnasız her birey, ortaklaşa yaşamsal bir dış tehdide karşı benzer gibi görünen tepkiler vermiş olsa da bu tepkilerin ortaya konma/konmama şekli, iç dünyalarında vuku bulma şekli, bunun algısal gerçekliklerine ve tabi dış dünya ile ilişkilerine etkisi çok farklı oldu. Benzerliklerimizi konuşmak tabi ki rahatlatıcı bir etkiye sahip ve yalnız olmadığımız, bu deliliğin sadece bize özgü olmadığı duygusunu besliyor. Ancak gerçek şu ki detaylara indiğimizde hepimiz farklı sebeplerle ortalama benzer tepkiler verdiğimizi keşfediyoruz ve ya bu farklılıklar bizde yine “delilik endişesini” tetikleyeceğinden hiç konuşmuyoruz bile.
Ruhsallık üzerine çalışan biri olarak bu süreç benim için de herkesinkine benzer görünen, biricik bir şekilde ilerliyor. Gördüğünüz gibi “geçti” demiyorum; bunu tehdidin dış dünyadaki gerçekliğini kaybedip kaybetmemesinden bağımsız olarak bu şekliyle ele almayı tercih ediyorum. Tehdit ortadan kalksa bile benim içimde başlattığı ve işlemeye devam eden çark, onunla birlikte yok olmayacak çünkü, bunu kemiklerimde hissediyorum. Hala yüksek işlevsel bir şekilde var olmaya çalışıyorum. Sürecin başındaki büyük belirsizlik beni de son derece korkuttu, hala belirsizliğini de koruyor üstelik. Yüksek işlevselden kastım “dünyevi” işlerimin hiçbirine ara vermiş değilim, hala danışanlarımı görüyorum, evimi temizliyor, kedilerimle vakit geçiriyor, kendi bireysel terapime devam ediyorum. Tabii ki bu işlerle geçirdiğim zaman çok değişti ve bunlarla uğraşma şeklim de ama yapmaya devam ediyorum. Bu benim dış dünyada yaşayan parçam, personam, maskem ya da herkesin “Beyhan” olarak bildiği tarafım ve bu tarafımda hala çok hoşuma giden şeyler var.
Danışanlarım ve onlarla ilişkilerim değişti demiş miydim? Mesela ilk iki hafta danışanlarımdan çoğu sürecin sadece geçici bir zaman dilimini kaplayacağını düşündüğü için seanslarını iptal etti; haklı ve makul bir hareket gibi görünüyor. Ancak büyük bir ağırlığı oluşturan çocuk ve ergen danışanlarım henüz tekrar başlamış değiller. Mesela pek çok arkadaşım çocuklarla seanslarını sürdürmeye devam etti ya da nasıl yapabileceğini öğrenmenin yolunu buldu. Oysa bu konuda ben bir karar verdim ve buna sonra döneceğim… Yetişkinler teker teker başladı, hala hepsi ile kontağım yok. Ancak süreçlerine geri dönen danışanlarım ve onlarla kurduğum ilişki de başka bir zemine kaydı. Daha önce hiç yüz yüze tanışmadığım insanlar ile terapötik bir sürece girmemiştim, bunu deneyimledim mesela. Benim için büyük bir adım oldu çünkü böyle başlamış bir ilişkide kendimi göremiyordum ve becerimin ketleneceğinden de neredeyse emindim; aksamalar hissetsem de korktuğum kadar olmadığını keşfettim.
Bunu niye uzun uzun anlatıyorum? Yani sonuçta bunu merak ediyor değilsinizdir, şu an bu yazıyı okuyorsanız en fazla maruz kalıyorsunuz diyebiliriz J. Açıklamak için bir girişimde bulunacağım ve bunun için devam eden danışanlarımla sürdürdüğüm süreçten bahsedeceğim. Danışanlarımın çoğuyla terapötik ittifakımızda çeşitli şekillerde ortaya koyduğumuz sorunsallar olur, zaten yaptığımız iş de bunun üzerine bina edilir. Bu sorunsallar ile nasıl baş ettikleri ya da edemedikleri, nasıl yüzleştikleri ya da nasıl kaçtıklarına bağlı olarak süreç devam eder. Belli yerlerde kullandığımız söylem analizleri, yansıtma ve yorumlar ile kişilerin kendi algısal gerçekliklerinin dış dünya ile ilişkilerini nasıl “düzenlediğini” tartışırız. İç görüsü çok yüksek, çok zeki ve hatta kendini buna çok adamış danışanlarımız bile bazen olan bitende ve bu olan bitenin bugünlerini şekillendirme şeklinde kendi sorumluluklarını üstlenmekte zorlanırlar; bu normaldir de, insanız sonuçta. Ancak bu süreçte ilginç bir şeyler oluyor; sanırım hepimiz kendimizi, kendimizden kaçamayacağımız o yerde bulduk. Tabii ki bunu yapmayı başaran hala çok kimse var, ancak galiba terapötik bir sürecin içinde olanlar adım adım işlenmiş bu zemin taşlarının üzerine basmadan yürüyemeyeceklerini fark ediyorlar. Bu bir talih mi talihsizlik mi tartışılır, ancak kesin olan şey artık bunlarla karşılaşmanın kaçınılmaz oluşu. Bizim işlevimiz değişmiyor, hala aynı yerde duruyoruz. Kendi melek ve şeytanları ile karşılaşan insanlara, onların yanlarında olduğumuzu ve bunu anlamak için birlikte düşünebileceğimizi söylüyor, eşlik ediyoruz. Bazen kendimi sürecin anormalliği üzerinden danışanlarıma ani ve keskin kararlar vermemelerini söylerken buluyorum ya da daha önce hep bildikleri ve karşılaştıkları zaman bildiklerinden daha fazla acı veren durumlarda, içinde kalarak ne olduğunu anlamanın önemli olduğunu söylerken. Bunu yaparken de kendime sormaktan kaçamadığım bir soru oluyor; kendi melek ve şeytanları ile halleşmeye çalışan biri olarak ben, söylediklerimin ne kadarını aslında kendime söylüyorum?
Mesleğimi sürdürürken, destek/yardım sürecini yürütmeye çalışırken sürekli karşılaştığım bir sınır var. Pandemi sürecinden önce bu çok farkında olduğum ancak adını kendi içimden yükselen bir ses yerine kavramlarla (bkz. Aktarım/Karşıaktarım) açıklamaya çalıştığım bir şeydi. Şimdi durup düşündüğümde bu sınıra “insan olmak” demek uygun geliyor. İnsan olmak, diğer öznel deneyimlerle kendimizi sınadığımız bir sınır deneyimi. Benim içimde olan bitenden karşımdakini sorumlu tutamadığım, ona kendi anlamlarımı yükleme çabamın hayal kırıklığından –ve ardından gelen diğer olumsuz duygulardan- başka bir şey getirmediği, sadece ona özgü olanı anlamakta hep zorluk yaşayacağım gerçeğini sürekli bana hatırlatan bir sınır. Küresel tehdit bireysel kaygılara ne yaptı diye sorduğumda aklımda bir sürü cevap beliriyor. Mesela pek çok insanın diğer kaygılarla baş ettiği gibi, bu süreçte de benzer bir baş etme şeklini sürdürdüğünü gözlemliyorum. Farklar var tabi ki, artık kızdığımız şey ortak bir büyük “kötü öteki”; hastalık, devlet kaynaklarının kısıtlılığı, sürecin iyi yönetilmeyişi vb. Eskiden kaygı veren “yaşam standardımıza” ilişkin konular gerçeklikle buluştu mesela; para kazanmak, fatura ödemek, eğitime erişmek, sağlığı sürdürmek daha çok öne çıktı. Standardımız dediğimiz şey gerçekten “yaşamımıza” ilişkin bir kaygıya evrildi. Fakat bu kaygılarla baş etmek için hala aynı şeyleri yapıyoruz; kendimizle ilgili düşünmemek için kaçtığımız başka düşünecek şeyler hala tüm şiddetiyle devam ediyor. Çocuğumuzu etkinliklere nasıl yetiştireceğimizle ilgili kaygılanırken şimdilerde eğitimin yetersizliğinden kaygılanıyoruz. Onlara yeteri kadar vakit ayıramadığımızdan kaygılanırken şimdilerde zamanını nasıl dolduracağımız ve kendi üzerimizdeki yükünü hafifletmenin zorluklarından kaygılanıyoruz. O kadar “çalışmaya”, “üretmeye”, “fark yaratmaya”, “işlev göstermeye” alıştığımız koşturmalı bir hayatın içinden çıkıp, yetersizliğimizi, üretemememizi, fark yaratamamamızı ve daha kötüsü bu tatlı “tatil” piyangosunu daha önceleri “vaktim olsa bunları yapardım” dediğimiz hiçbir şeyi yapamadığımızı gördüğümüz için kaygılanıyoruz. Birilerinin bize sürekli neleri yapabileceğimizi, nasıl yapabileceğimizi, yapamadığımızda a, b, c planlarıyla bu “engelin” hakkından nasıl geleceğimizi söylemesini istiyoruz. Bize ne olduğunu düşünmemek için, tıpkı pandemi sürecinde ve onun olmadığı önceki zamanlarda olduğu gibi ve hatta daha kötüsü ondan sonraki hayatımızda olacağı gibi –kuvvetle muhtemel- kaçacağımız etkinlikler, yapacağımız işler, yolunda gitmeyen ve/ya yoluna sokulması gereken şeyler, boşluksuz koşturmalı bir hayatı sürdür –üyoruz/-eceğiz… hep yetişmemiz gereken işler, üretmemiz gereken projeler, halletmemiz gereken sorunlar ve doldurmamız gereken zamanlar olmaya devam edecek. Bu arada şunu söylemiyorum tabi, “hiçbir şey yapmayın!”. Kendimden biliyorum, dış gerçeklik öyle ya da böyle kendini dayatıyor J. Yapmanız gereken bir şey varsa, öyle ya da böyle “yapmanız gerekiyor”. Daha çok şöyle diyorum: “gerçekten ne kadarını yapmanız gerekiyor?” ve “gerçekten yapmanız gerekmeyen şeyleri yapmak için içine düştüğünüz bu ısrarlı telaş, aslıda yapmanızın/düşünmenizin daha elzem olduğu neyden alıkoymak için kullandığınız tampon bölgeler”.
İnsan olma sınırına ilişkin radarım burada devreye giriyor benim; benden böyle bir şey talep edildiğinde, yani “yapılması gerekenlerle” ilgili “engelleri” ortadan kaldırmak için yardım, a-b-c…. planları için yönlendirmeler, “üretememenin acısına katlanmak” için baş etme stratejileri, durup düşünüyorum. Şu an nasıl bir acıya, engellenmişliğe, kızgınlığa, hayal kırıklığına, endişeye panzehir olmak için “bu” talep ediliyor benden? Gerçekten yapılması gerekenlerle, kaçış rotaları olanları nasıl ayırt edeceğiz? Bunu ben mi belirleyeceğim, yok öyle değilse ben kendi ruhsallığımın ürettiği bu düşünme biçimini de dayatmadan danışanıma nasıl yardım edeceğim? Aynı “delirme kaygılarını” yaşarken karşımdakinin sınırına dayandığımı nasıl anlayacağım? Kendi acılarımla temas etmeyi sürdürürken, onun acılarına nasıl katlanacağım; yani ben de onun gibi kaçmak için içimde yoğun bir arzu duyarken, onun için bunun anlamının kaçmak olduğu o yerde nasıl kalacağım? Ve bütün bunlar nasıl sakince, kırıp dökmeden, insan olma sınırı ihlal edilmeden ve yine de “yeterince iyi” şekilde ortaya konacak, ki beraber üzerine düşünebilelim?
Bunlar üzerine düşünmeye devam diyorum, henüz “bu iyidir” diye kendimi konforlu hissettiğim o yeri bulabilmiş değilim. Hala arıyorum ve zaten belki her bireyle, aynı bireyle zaman içinde değişen bir şey olduğunu düşünmek –benim de zaman içinde değişkenlik gösterdiğimi düşünürsek- daha uygundur.  Ya da belki bu da benim kaçış rotam J. Ama aklıma hep bir benzetme geliyor ve şimdi sizinle paylaşacağım; belki bu sayede bu benzetmenin işlevselliğini de tartışmak için bir alan yaratabilir, başka bir noktadan bakmamı sağlayacak farklı fikirlerle karşılaşabilirim. Ben insanı ve insan yaşamını suluboya resim yapmak gibi düşününce kendimi durdurmam kolay oluyor. Suluboya teknik olarak diğer sanat malzemelerine benzemez. Riski daha fazladır, geri dönüşü çok zordur. Kullanılan kağıt, boyanın kalitesi, fırçanın türü, kullandığınız suyun miktarı ya da temiz olup olmaması çok şeyi değiştirir. İkinci defa aynı rengi bulma ihtimaliniz neredeyse imkansızdır. Birebir replikası yapılamaz, nüans farkları kaçınılmazdır. Opak renkler varsa da çoğunlukla transparandır; altındakini görürsünüz. Yani iki farklı renk üst üste geldiğinde mutlaka başka bir renk oluşur ve her iki rengi de hissetmeye devam ederisiniz, biri diğerini alıp götürmez, üstünü örtemez. Diğer malzemeler kolaylıkla entegre edilebilir; kalemler, akrilik, yağlı boya, pasteller, yapıştırıcılar ve hatta tuz, şeker, aseton, alkol vs… aklınıza ne gelirse. Ve her biri farklı bir doku ve efekte neden olur, etkileri çok ilginç sonuçlara götürür. Bazıları temkinlidir, çizmek istedikleri şeyi bilirler ve hatta bunun için bir örnekleri de vardır, tekniğe son derece bağlı ve titiz çalışırlar. Ancak küçük hatalar katlanılmaz olur; yeni baştan, yeni baştan başlanır durur. Bazıları bu riski hiç almak istemez, kapatıcılığı yüksek ya da silinebilir, düzeltilebilir malzemeler kullanır (yağlı boya, pastel ve kalem vs..). Ancak dış koşullar bunların üzerinde olumsuz etkiler yaratır; boya çatlayabilir, solabilir, bir kazıma darbesi ile zemin görünebilir, bu yüzden çok dikkatli olmak gerekir. Bazıları suluboyayı elinden geldiğince iyi yapmaya çalışır, denemeler yapar, bazen renklerin tonunu tutturamaz, bazen bunu başka bir şeye dönüştürür, bazen orada yapamadığı o şeyle kalır ve sürekli daha iyisi nasıl olurdu kurgusal, hayali çözümler üretmenin peşine düşer. Bazıları çok risk alır, her şeyi dener. Bunlar da bir yelpaze içinde gösterir kendini; deneysel çalışmalarından sonuç ne olursa olsun memnun olanlar ile sonuçlardan nefret ettikleri gibi istedikleri sonucu alamamanın sorumlusu olarak hep başka bir şeyi görenlerin iki ucu oluşturduğu bir yelpaze. Bazıları aynı koşullarda başlar; aynı kağıt, boya, su, fırçalar. Ancak siyaha boyadıkları lokasyon, alan, rengin yoğunluğu farklı olur; biri siyahın üzerine yıldızlar çizerken diğeri resmin tamamını farklı yaratsa da sadece siyahı görür. Ve insan olma tüm bu olanlara, olduğu haliyle, birini diğerinden üstün, farklı, önemli ve anlamlı olarak değerlendirmeden aynı mesafede kalabilmek gibidir. Orada kendi tarzınız hakkında düşünmek, diğerlerinin tarzları hakkında düşünebilmelerine –tabi eğer istiyorlarsa- destek olmak gibidir. Kendi suluboya resminizle ilgili tercihleriniz hakkında düşünmek ve diğerlerinin istiyorlarsa hep aynı şeyi yapmalarına müdahalesiz, serzenişsiz, kalbinizin kapılarını sonuna kadar açarak kalabilmek gibidir. Yani eseri, ortaya çıkış sürecini, alternatiflerini, düzeltme olanaklarını ve başka nasıl yaparsa istedikleri sonuca ulaşacaklarını, güzel olup olmadığını, sizde yarattığı duyguyu konuşmak ve yorum yapmak kolaydır. Ancak yaratım hakkında düşünmek isteyen ile orada, onun kendi yaratımının ve bunu gerçekleştirme sürecinin sınırında öylece kalmak ve kişi bunun hakkında konuşmak istediği zamana kadar bekleyerek, “böyle yapsaydın” demeden onunla kalabilmek zordur.
Küresel tehditler, bireysel kaygılara ne yaptı? Bunu söylemek zor, herkes kendi resmini yapmaya devam ediyor ve üstelik herkes suluboya kullanmıyor, kullansa da aynı şeyi yapmıyor. Kesin olan şey hala resim yapmaya devam ediyorlar. Bazıları resimleri hakkında düşünürken bazıları sadece “yapmaya” kaptırmış durumdalar. Ve bizler de en iyi resmi nasıl yapacaklarını, neden o resmi yapamıyor olduklarını, o resimle ne yapacaklarını anlatıp duruyoruz. Bunu kendimiz için mi onlar için mi yapıyoruz bilmiyorum.
Benim bireysel kaygılarıma ne yaptı diye düşündüğümde bazılarını anlamamı, neyin ikamesi olduğunu görmemi, dönüştürmemi ve üzerinde düşünebilmemi sağladı. Bazılarının gerçekten kaygılanılması gereken şeyler olduğunu ve bunlarla ne yapmak istediğim üzerine düşünmeme yardımcı oldu. Bazılarının hala nereye temas ettiğini anlamadığım, farkında olduğum ve olmadığım kaçışlarımın sınırında, bunlarla henüz bir şey yapmaya hazır olmadığım gerçeği ile sabırla beklemem, belirsizliğe katlanmam ve sürprizlere yüreğimi açmam gerektiğini hatırlattı. Ama resim yapmayı bırakmama ya da suluboyanın olanaklarını kullanmaktan vaz geçmeme neden olmadı. Mesela daha önce çocuklarla online çalışmama kararı aldığımı söylemiştim. Henüz neden bu kadar kaygılandığımı anlamasam da bunun benim için endişe verici olduğunu kabul ettim. Bir ekran aracılığı ile hem sanki bir çocuğun kişisel alanına girerek sınırlarını onun bile arzu etmeyeceği şekilde ihlal edeceğim ya da zaten kopup gideceğim ve onu ruhsal olarak tutamayacağım, dolayısıyla yarardan çok zarar vereceğimden endişelendiğimi ve ya ebeveynlerin terapötik sınırları ihlal edeceğine inandığımı fark ettim. Bunlar gerçeklikle bağlantısı olan endişeler olabilir ancak meslektaşlarımın pek çoğu bunlarla baş edebildiğine göre bu kaygıların benle de çok ilgisi var. Ve zamanı gelince bunlarla ilgili bir şeyleri kendime söyleyebilir olmayı umuyorum. Evet, umuyorum sadece. Çünkü bazı sınırların hep olacağını da anlamaya başladım. Zihinsel olarak zaten bildiğim ve sürekli bir marş gibi tekrarladığım “bir şeyler eksik kalacak ve bir şeyleri bilemeyeceğiz, belirsiz olacak” cümlesi, ruhsal olarak çiğneyebildiğim bir şeye dönüştü ve henüz tam olarak sindirmeye hazır olduğumdan emin değilim J.
Şimdi bütün bunların üzerine size de “hadi benim gibi yapın” dememi bekliyor olabilirsiniz. Dememek için elimden geleni yapacağım… Ama insan olduğumuzu unutmamamız gerektiğini ve bunun bizim hem lanetimiz hem de lütfumuz olan bir sınır oluşturduğunu söyleyebilirim. Ve resminizi hangi malzemeyle yapmış olursanız olun, ona sahip çıkmak ve onun üzerine düşünmek için pandemi sürecinin bir fırsat olduğuna inandığımı da… Bu çok duyduğunuz, katılmadığınız ve kızdığınız bir cümle olabilir; bir sürü ölüme neden olmuş, bu kadar kaygı yaratan bir kriz nasıl fırsat olarak düşünülebilir ki diyebilirsiniz. Bu noktadan hareketle ben de bunun bir fırsat olduğunda ısrar edebilirim; ölüm fikri, nihai sınıra yakın olduğumuzu hissettirdiği ve onu hatırlattığı için kendi aslımıza en yakın olduğumuz zamanlar gibi geliyor bana. Sanki bu yakınlık es geçilirse kendimizi tanıma fırsatından da mahrum kalacakmışız gibi…
Son sözler… Yazımı bu noktaya kadar okuyup, bireysel sürecime, ruhumun içinden kopup gelenlere, zihnimin karanlık odalarına tanıklık ettiğiniz ve bana eşlik ettiğiniz için çok teşekkür ederim. İnsan olmak, insan olmaya tanıklık etmek bana her gün ilham veriyor. Umarım ben de size bu yazı yoluyla ilham verebilmişimdir…
Sevgiyle, sağlıkla. 

29 Eylül 2017 Cuma

Anne! - "Nil novi sub sole.."*

Nihayet dün FilmEkimi açılışını yaptı ve tek gösterimi olan Mother! ile amansız bilet alma mücadelesi sonucunda karşılaştım. Bu yazı, bu karşılaşmanın ürünü. Film yorumlamak ya da eleştirmek ne haddime tabi hem de rüştünü ispatlamış bir yönetmenden bahsediyorsak... Her ne kadar bu film "güneşin altında yeni bir şey yok"* dedirtse de, Darren Aranofsky hikaye anlatıcısı olarak, bildiğimiz bir hikayeyi farklı bir şekilde anlatabilme becerisi için bile olumlu anılmayı hak ediyor kanımca. Kaldı ki hep söylediğim gibi her film, her insanın zihnini ve ruhunu farklı bir şekilde gıdıklar, uyandırır ve uyarır. Bu yazı Mother! filminin beni gıdıklama biçimi hakkında daha çok.

Yazıya başlamadan önce çok düşündüm. Yani bir defa izlediğim bir filmi, çarçabuk aklıma ilk gelenlerle yorumlamak ve değerlendirmek çok ham ve çiğ bir eylem olabilir diye biraz tereddüt ettim. Ama yazar ve yönetmen olarak Darren Aronofsky'nin anlattığı hikayenin, bu biçimiyle bende uyandırdıklarını paylaşmadan edemeyeceğime karar verdim. Filmin tanıtım metnini ve filmle ilgili varsa yapılmış değerlendirmeleri de okumaya çalıştım -aslında pek bir şey de yok gördüğüm kadarıyla-. Okurken, filmden çıkarken arkada yüzlerini görmediğim kadınlar arasındaki sohbet çınladı kulaklarımda; biri filmi anlamadığını ve anlamsız bulduğunu söylüyordu, diğeri de "işte adam karısına hep tuzaklar kuruyor" gibisinden bir açıklama yapmaya çalışıyordu. Doğru ya da yanış değil, kişisel bir izlenim. Ve azıcık araştırınca buna benzer pek çok yorum da görmek mümkün. Hatta sanırım benim görme biçimim biraz "uçmak serbest" bile denebilir.

Öncelikle film şöyle tanıtılmış: Bir çiftin ilişkisi, huzurlarını bozan davetsiz misafirlerin evlerine gelmesiyle çıkmaza girer. Bu bana gazetelerde yayın akışındaki bir film tanıtımını hatırlattı, ister istemez gülümsedim; Jack ve John iyi iki arkadaştır ve olaylar gelişir... Böyle bir film tanıtımı ile karşılaştığım zaman ilişkiler ve ilişkisellikle ilgili pek çok düşünce üşüşür zihnime, dolayısıyla filmle ilgili beklentim de bu doğrultuda olur. Oldu da... Mutlaka bilet alıp izlemem gerektiğine ilişkin algım ise festival programı belli olduktan sonra fragmanı izlerken gelişti. Fragman bende Rosmary'nin Bebeği -çok severim- tadında  tekinsiz bir duygu uyandırdı; e yönetmen, oyuncular derken de filmi izlemek kaçınılmaz göründü gözüme.

Peki benim açımdan hikaye böyle mi? Geniş bir perspektiften yine ilişki evet ama bu hikaye benim izlediğim şekliyle tanrı, toprak ana (mother earth) ve insan arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Psikanalitik bir yorumlama yapabileceğimi sanmıyorum, o kadar donanımlı olduğuma inanmıyorum Bununla birlikte bu filmin Jungyen temalalarla daha iyi değerlendirilebileceğini de düşünüyorum. Her iki bağlamda yapılacak değerlendirmeleri de iple çekiyorum.

Benim gözlerimden Mother! filmi tanrının -ya da yartıcının- kendini, yaratım olarak toprak ananın gözünden ve insanın gözünden tanrıyı anlatma biçimlerinden biri. Çok sembolik bir dili olan, belki anlamak için dinler tarihini ve inanma ihtiyacını/psikolojisini de az da olsa bilmeyi gerektiren bir film. Yazar/şair/tanrı Javier Bardem yeni bir yaratımın sancılarını çekerken, ona deliler gibi aşık, "evi" her taşıyla küllerinden yeniden yaratan karısı/toprak ana/dünya Jenifer Lawrence arasındaki yalnız ve birbirini idare eden ilişki... bu ilişkinin içine toprak ananın çok da hoşlanmadığı konuklar olarak önce ortopedist/hayran/hasta adam/Adem'in katılması, ardından onun eşi/kibirli/saldırgan/şehvani/talepkar kadın/Havva -belki Lilith- in dahil olması... Sonra ilk günah ve cenetten kovulma, uzlaşmaz, hak mücadelesi içinde kardeşler (Habil ve Kabil), ilk cinayet ve bunların içinde her zaman tanrının kendisinden talep edileni karşılayan tutumu... Ardından artarak gelenler, çöken lavabo ile sembolize edilen Nuh tufanı ve tüm misafirlerin "evden" kovulması ve sonrasında tanrının toprak ananın bedeninde tekrar insanı -belki İsa'yı- yaratması, ve bu süreçte nihayet yeni kitabını yayınlaması, insanların bu kitabın çağrısına akın akın gelmesi. Yıkım, kurban etme, dehşetler, tutkuyla bağlanmalar, kısa bir insanlık tarihi anlatısı... Ama asıl hikaye tüm bu anlatının içinde tanrının arzulanmaya ve sevilmeye, toprak ananın anlaşılıp korunmaya olan ihtiyacı ve bu ilişkide ikisi için de insanın yeri...

Şimdiye kadar yeterince spoiler verdim bence... Durmam gerekiyor sanırım. Metaforlar, semboller denizi kurgulamış Aranofsky, okuması zahmetli. Ama sorduğu soruları önemli buluyorum: Toprak ana üzerinde yaşayan bizlerden ne kadar memnun? Davetsiz misafir olarak insan, "yuva"ya, toprağa, dünyaya hak ettiği saygıyı ne kadar gösteriyor? Toprak ananın vermedikleri karşısında ısrarımız ne işe yarar, böyle bir hakkımız var mı? Peki tanrı, insan olmasaydı ne kadar tanrı olurdu? Bunca yıkım, dehşet ve acı tanrının yarattıklarının ona olan tutkusunu arttırmanın yolu mu -felaketlerle başa çıkma şeklimiz daha çok inanmak, inanabileceğimiz bir şeylere sığınmak sonuçta-? Sevilmek için, tapılmak için herşeyi yapmayı göze alan, affedeciliği kendi hanesine, yıkıcılığı toprak anaya fatura eden neredeyse narsist diyebileceğimiz tanrı, bu sevgiyi hak ediyor mu?

İşte böyle sorular sorular... Didik didik bir analiz işine giremeyecek kadar tembel olduğumdan ve filmi iyice anlatarak izleme hevesinizi baltalamamaya çalışacak kadar -tabi bir sürü spoiler verdiğimi göz ardı ederek konuşalım- dikkatli olmaya çalıştığımdan burada kesme ihtiyacı duyuyorum. Tam bir değerlendirme yazısı bile olmadığının farkındayım, belki en fazla bir tanıtım yazısı kıvamında... Bu yazının filme başka gözlerle -ille benim zihnimin yansıttığı şekliyle değil elbette- bakabileceklerin ilgisini çekmesini, bir sürü değerlendirme yazılmasını ve benim de bunları okumam umuduyla da yazdım sanırım biraz da.

Son söze gelince; lütfen film gösterime girince izleyin. Hakkında konuşun ve yazın. Tartışın, birlikte tartışalım. Bu film bize insan olarak da kendi hikayemizle ilgili bir sürü şey anlatıyor, hissediyorum. Sadece kendi başıma bulamıyorum, duyamyorum, göremiyorum... Birlikte keşfetmek için çağrıma kulak vemenizi diliyorum.

7 Ağustos 2016 Pazar

“Kevin Hakkında Konuşmalıyız”: Sıradışı, Acayip Bir Film

Kuşaklararası Yansıtmalar ve Sosyo-Kültürel Etkilerin arasında kalan “Kötü Çocuklara” İlişkin Bazı Düşünceler...
Rossella Valdre / Çeviren: Beyhan ÖZPAR

Giriş

Bazı çocuklarda doğuştan agresyon denilen, özellikle ‘tiranik formda agresyon’ olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da görünenin dışında, bazı anne-çocuk ilişkilerinin “ölümü doğrudan onaylayan” bilinçdışı bir ölüm ve nefret iletişimine neden olduğunu iddia edebilir miyiz (Meotti, 1997)?  Ve sosyo-kültürel faktörleri ergen bir katilin değerlendirilmesinde ne boyutta bir rolü vardır?
Bu sorular, İskoç yönetmen Lynne Ramsey’in rahatsız edici ve bana göre dokunaklı olan, Lionel Shriver’in aynı adlı romanından uyarlanan “Kevin Hakkında Konuşmalıyız”(2011) filmi sonrasında ortaya çıkan sorular...   Film, Lionel Shriver’ın en başarılı ve pek çok dile çevrilmiş olan romanına, protagonist Eva’nın (filmde Tilda Swinton tarafından canlandırılan) kocası Franklin’e yazdığı hayali mektuplar halinde bölümlenmiş yapısının, Eva’nın protagonist ve anlatıcı olduğu bir hikâyeye dönüştürülmesi gibi merkezi bir değişim dışında büyük ölçüde sadık kalmıştır. Film Eva’nın oğlu Kevin’ı hapishanede ziyaret etmesi ile başlar, sayısız ileri geri hareketler ve flash-backler ile hikâye devam eder.

Hikâye planı basittir: Kevin (6-8 yaşları arası üç oyuncu tarafından, ergenliği ise Ezra Miller tarafından canlandırılan) Birleşik Devletler’e göç etmiş parlak bir Ermeni olan Eva Khatchadourian ile Amerikalı Franklin (John C. Riley) arasındaki evlilikten doğar. Ebeveynleri tarafından en azından bilinç düzeyinde istenen çocuk olan Kevin, fazlasıyla zor, reddedici, son derece karmaşık ve özellikle annesine karşı şiddet doludur. Sonrasında, henüz 16 yaşındayken okul arkadaşlarına ve hayatındaki önemli figürlere okulun spor salonunda bir katliam ile sonuçlanacak şekilde saldırır; 9 arkadaşının yanı sıra kardeşini ve babasını da öldürür.

Hüküm giyer ve önce çocuk ardından yetişkin hapishanesinde hapsedilir. Kevin sadece annesinin ziyaretini kabul eder; bu görüşmeler acı verici ve kederli geçer, bu da protagonistin anılarını yeniden yapılandırmasını ve hikâyenin protagonistin sesinden ve anılarından ortaya çıkmasına neden olur.

İlk bakışta göze çarpan şey, kitabın son derece sıra dışı ve acayip içeriğinin (New York Times tarafından ürkütücü derecede dürüst olarak tanımlanan) bir annenin koşulsuz sevgisi, çocukların doğal iyiliği ya da en azından hoşluğu, agresif ya da kural tanımaz olsalar da doğuştan gelen güzellikleri gibi sıradan sinema klişelerini altüst etmiş oluşudur. Kevin klişenin aksine küçük bir çocuk olduğundan beri hırçın, şefkat duygusu göstermeyen memnuniyetsiz bir çocuktur; akıl almaz derecede kötü ve muhaliftir, sanki çocuk yüzünü  bir çeşit ‘kötülüğün erken gelişmiş maskesine’ dönüştürmüş kötü bir ruh tarafından ele geçirilmiş, neredeyse bakmanın fazlasıyla katlanılmaz olduğu yüz ekşitmeler ve surat ifadeleri ile bozulmuştur.

İzleyici, büyük bir hasar ve kayıpla gelen yalnızlık ve sürgün edilmenin toplum tarafından kendisine dayatıldığı, reddedilmiş bir anneliği deneyimleyen Eva’nın bakış açısı ile empati kurması için yönlendirilir. Burada,  filmlerde çocuğa karşı bağlanan sıradan duygusal kayıtlar dâhiyane bir şekilde tersine döner ve tekrar gözden geçirilir. “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” izleyiciler ve psikanalistler olarak bizi gelecekte ergen katiller olan  ‘kötü çocuklar’ hakkında, ön yargısız ve hiçbir şeyi kesin olarak ele almadan konuşmaya odaklar.

Hem filmi hem de kitabı birlikte ele aldığım bu çalışmada, filmin bende uyandırdığı bazı fikirleri dört açıdan değerlendirerek yansıtmaya çalışacağım: kısa ve mutlaka tamamlanmamış bir psikanalitik ek içinde agresyon, travmanın kuşaklararası bilinçdışı aktarımı, son katliam (Perşembe), anneliğin idealizasyonu ve ambivalansın  inkârında modern kültürün rolü.

Kevin’in Dönemleri: Gerçek Bir ‘Kötü’ Hakkında Konuşabilir miyiz?

Kitapta Eva’nın “Kevin iki hafta geç geldi”, diyen sözlerini okuruz, “o karşılaştığım en meraksız çocuktu. Kimseyi görmüyordum ve nadiren dışarı çıkıyordum; çünkü Kevin’in kudurmaları dışarıda toplumsal olarak kabul görmüyordu”(s. 112). “Kevin’ın sessizliği, zulmedici bir niteliğe sahipti (....), hareketsizdi ... oyun oynamıyordu.”(s. 115). Küçük Kevin öfkeli bir şekilde her şeye muhaliftir; televizyonu, her türlü oyunu her türlü yemeği reddeder. (‘Kevin, kurabiye ister misin?’ ‘Kurabiyelerden nefret ederim.’). Eva’nın düşmanlıkla dolmak içinmiş gibi algıladığı sonu olmayan sessizliklere çekilir Kevin ve Eva’nın adını söylemeyi reddeder. (‘Kevin, ‘anne’ der misin?. . .beklenen cevap  ‘hayır’dır). Kevin ebeveynlerinin mahrem anlarını bozan, yürüyüşleri bölen ve dışarıya çıkmayı imkansızlaştıran, bakıcılarının kaçmasına neden olan,  suskunluk (çocuk doktoru sonradan vazgeçilmiş bir hipotez olarak onun otistik olduğunu düşünmesine neden olan) ve görünürde bir gerekçesi olmayan sonu gelmeyen ağlamalar ve bağırmalar (nyeeeeee, nyeeeeee, nyeeeeeeeee......)  arasında gidip gelir.

Restoranlarda çocuk Kevin, diğer çocukların sandalyelerini parçalar, yemeklerini daha tadına bile bakmadan ellerinin arasında ezerek ürkütücü kırmızı pürelere çevirir (kırmızı rengin film boyunca sıklıkla sembolik bir şekilde ortaya çıktığını hatırlamak gerekir). Okula başladığında öğretmenler onun diğer çocuklara karşı endişe verici agresif davranışları hakkında toplantılar düzenler. Kevin evde hiçbir şeye ilgi göstermez, Eva’nın onu yönlendirmek için yaptığı tüm girişimler hüsranla sonuçlanır; Eva için değerli olan şeylere zarar verir ve her teklif ya da talebe boş bir ‘Hayır, bundan hoşlanmadım, değiştir’ ile cevap verir.

Kevin’in gelişimi “nefrete sadakat” diyebileceğim inatçı bir tutarlılıkla ilerler. Neredeyse sanki Kevin’in bir an bile vazgeçmeyeceği ve onu finaldeki katliama sürükleyen içsel olarak yıkıcı bir projesi varmış gibidir. Çocuğun tiksindiriciliğe karşı aşağılayıcı yüz ekşitmelerini (filmlerde çok ender karşımıza çıkan aşırı memnuniyetsiz çocuklardan birini hatırlayın), sekiz yaşında boş bakışları (annesi romanda ‘Kevin benim için, tam bir muamma olmaya devam ediyor.’ Demektedir.) ardından da izleyicinin bir felaketin an meselesi olduğunu hissetmesine neden olan ergen olarak etrafında olup biteni küçümseyerek izliyormuş gibi soğuk ve gizemli görünüşü takip eder. Gerilim filmin başından beri çok yüksektir (film Eva’nın her şeyin kanla kaplandığını gördüğü bir kabusla açılır); izleyiciler bu tür bir nefret ikliminde çok uzun hayatta kalınamayacağını, bir şeylerin olacağını bilir.

Eva kendine sorar “Bebeklerin daha sıfır saatinde duyguları var mıdır?” Ben olduğuna inanıyorum.”

Burada agresyona ilişkin geniş psikanalitik teorilerde yer alan detaylara girmeyeceğim; onun yerine Freud’un ilk olarak agresyonu içgüdüsel bir dürtü (Freud 1905) ve ardından bunun otonom bir ölüm dürtüsü olarak kendini ortaya koyduğunu, özünde doğuştan ve azaltılamaz bir içgüdü olarak ele aldığını kısaca kendime hatırlatacağım (1920). Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında Freud karamsarlıkla sonlandırırken en ufak şüphesi yoktur: “İnsan nazik, sevgi arzulayan, eğer saldırıya uğrarsa basitçe kendini koruyan dost canlısı bir yaratık değildir; onun yerine doğuştan getirdiği içgüdülerinin bir parçası olarak,  agresyona ilişkin güçlü bir arzusu olduğu hesaba katılmalıdır.“(s. 24).

Akabinde, Melanie Klein (1957), Freud’un açtığı yolu takip ederek çocuğun psişik gelişiminde bir yandan erken süperego formasyonuna katkı sağlayan, diğer taraftan dışarıdan yönlendirilen ilkel sadistik dürtülere gönderme yaparken haklı görünmektedir; bu ilkel sadistik dürtüler, engellenme ve çevresel eksikliklerden kaynaklanabilecek olan ancak özünde bağımsız ve doğuştan olan gerçek bir öz yıkıcılığı şekillendirir.

Bilindiği gibi birbirini takip eden gelişimler çevrenin ve annesel empati yoksunluğunun rolünü adım adım öncelikli hale getirir (Winnicott 1971; Kohut 1971,1977; Bion 1962), ardıl psişik yapıların şekillenmesinde ilk aynalama ilişkilerindeki başarısızlık görülür (Ferruta, 2010). Bebek araştırmaları alanında saldırganlığın (agresifliğin) kendi içinde otonom olarak sonlanmayan ve onun yerine saldırganlığın geri çekilme ve karşıt olma (her ikisi de Kevin’da mevcuttur) yoluyla güçlüklerle yüzleşebilme işlevleri de olan karmaşık bir sistem içine yerleştiren Lichtenberg’in (1989) orjinal konumuna dikkat çekmek isterim. Bu aynı zamanda Bergeret’in teorileştirmesindeki; “temel” ve her insanda yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olarak tanımladığı doğal gerçek bir şiddeti ayrımlaştırmasındaki durumdur. Yaşam içgüdüsünün ve kendini korumanın içsel bir parçası olan gerçek şiddetin, saldırganlığın içinde kendini gösteren sadizm ve nefret gibi erotize edilmiş parçaları ile hiç ilgisi yoktur.

Özetle, bugün rolü boşaltılan otonom bir saldırgan içgüdünün ve ölüm dürtüsünün varlığı pek çok yazar tarafından, saldırganlığın bakım verenin etkisinin yetersizliğine karşı uyum sağlamayı kolaylaştırıcı bir tepki olduğu şeklinde yeniden düşünülmüştür. Ancak, her birimizin doğa ve çevre arasındaki karmaşık, özel ve tamamıyla kişisel etkileşimden meydana geldiğimize inanıyorum; biri ya da diğeri bazen gizemli bir şekilde daha baskın olabilir.

Kevin’in annesinin kendisiyle bir çocuk olarak ilgilenmesine izin verdiği bir kaç günlük hastalığında çocuk,  tek bir tutku ve tek bir arzu nesnesi şekillendirir: Robin Hood ve en çok sevdiği etkinliğe dönüşen okçuluk. Bu zenginden alıp fakire veren bir anti-kahraman ile özdeşleşme midir? Ok, içeri girerek öldüren ve narsisistik bir kırılganlığı telafi eden tüm güçlü bir fallusun sembolü müdür? Bu yoksul/zavallı olan ile ya da ödünlemeye ihtiyaç duyanla özdeşleşme midir? Bu biricik oyun örneği bile, bir ölüm enstrümanına dönüşecektir; Kevin katliamı bir yay ile gerçekleştirerek neredeyse kendi içinde iyi bir nesne taşımasının imkânsızlığını ifade edip, onun yerine her şeyin yıkıma hizmet ettiğini gösterir gibidir.

Görünen o ki Kevin’ın birincil çevresi anlamlı olabilecek bir engellenme ya da yoksunlukla işaretlenmemiştir. Hatta modern bir aile ortamı sunulmaktadır: bir arada görünen, iyi durumda ve eğitimli bir çift, kaçınılmaz ikilemler ve anneliğe ilişkin korkuları (‘bir çocuk sahibi olmaktan dehşet duyuyordum.’ diye anlatır Eva, acı dolu sonradan[1] yeniden yapılandırmasında) saymazsak istenen bir ilk çocuk. Eva ve Kevin arasında arabulucu olmaya çalışan, ancak oğlunun yaptığı her şiddet eylemine bir bahane bulup onu ‘affeden’ ılımlı bir baba görürüz. Burada, babanın ‘üçüncü’ olma ve ikili anne-çocuk ilişkisini ayırma rolünü yerine getirmediğini görürüz. Ancak bu ciddi bir travma olduğunu göstermez. O zaman eğer bir travma varsa, bu ne çeşit bir travmadır?

Bilinçdışının Kuşaklararası Aktarımı: Eva’dan Kevin’a

Böylece ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız’ ile ilgili düşüncelerimin kalbine geldik. Kaes (1993) kuşakların arasında; “bir gereklilik ya da yerinden edilemeyen psişik bir zorunluluğun etkisi altındaymış gibi tanımlanabilecek aktarılmaya itilen bir çeşit fenomen... Aktarım/aktarılan görülme ihtiyacındadır ve asıl öznenin içinde tutulamaz ve korunamaz.” bir psişik yaşamın var olduğunu yazar. Bu bilinçdışı aktarım, “aktarım sadece kayıp/eksik olandan değil, aynı zamanda meydana gelmemiş  olandan, temsil edilende ve açıklamalarda mevcut olmayandan da düzenlenmeye başlanan” olumsuz karakteri ile tanımlanır ve psişe, “kapsüle edilmiş, birleştirilmiş ve cansız” kalmaya zorlanan “dönüştürülemeyen nesneleri” aktarır (s.. 23–29). Faimberg ve Kaes’in (1993) klasik çalışmalarının ardından konu hakkında diğer kıymetli detayları da okuruz (Odgen 1997; Herzog 1991, 2004, 2005; Bohleber,2007).

Ancak kuşaklararası bilinçdışı aktarım bizi neden ilgilendirir? Eva ve Kevin arasındaki anne çocuk ilişkisi gebelikteki ilk bilinçdışı fantezilerde ya da belki daha öncesinde mi şekillenmiştir? Burada Eva’nın hikâyesine bakmak için bir adım geri gitmeliyiz (Franklin hakkında ise daha az bilgimiz vardır). Eva bir Ermeni göçmendir ve onun mükemmel dâhil olmuş görüntüsünün altında, kendini bir şekilde farklı, yabancı ve evsiz hissedişi hiç sonlanmaz. Gerçek bir Amerikalı ile evliliğine (‘Bir Amerikalı ile evlendim.’), Birleşik Devletler’e gelmesine gıpta edildiğine vurgu yapar, ancak bunlar bir şekilde yalnızlık ve farklı olma duygularının yarattığı boşluğu doldurmaya yetmez ve katliamdan sonra kötü anne, dışlanmış ve topluluk tarafından reddedilen biri olmasıyla onaylanmaya duyduğu ihtiyaç tekrar ortaya çıkar. Filmde ve detaylı olarak kitapta, Eva’nın diğer komşularından ve etrafındakilerden kültürel zevkleri ve alışkanlıkları (Franklin onu ‘radikal çıtır’, tipik bir Avrupalı olarak adlandırır ve onun kırmızı şarap aşkına ya da banliyö yerine Tribeca’yı tercih etmesine katlanamaz), tarzı ve dünyayı algılayışı bakımından farklı olduğunu hissederiz. Bu yabancılaşma duygusu çiftin, Kevin’ın doğumundan sonra Manhattan ‘dan banliyöye taşınma kararı aldıklarında artar; bu karar daha sonra göreceğimiz üzere, Franklin’in ısrarlarına rağmen Eva’nın iyi bir ailenin nerede ve nasıl yaşayacağına dair konformist Amerikan alışkanlıklarına ulaşmak için duyduğu arzu ve topluluğa daha fazla ait hissedebilmek için taşıdığı ancak kendi ihtiyaçlarını da engellediği bir umuda ulaşmak için alınır.

Eva sadece bir ‘göçmen’ değildir, kendi babası da dâhil arkadaşlarının ve kendi milliyetinden olan bir buçuk milyon Ermeni’nin Türkler tarafından öldürüldüğü savaşta evini terk etmek üzere zorlanmıştır. Eva kendi içinde de bir katliam, bir kan banyosu taşır: tıpkı Kevin’ın gerçekleştireceği gibi. Herzog (2005): “Bir çocuğun zihni ebeveynlerinin gerçeğini ve neye karşı savaşmaları gerektiğini yansıtır şekilde gelişir. Sindirilmeden ve dönüştürülmeden kalanlar, sıklıkla yeni bir eyleme döküşün doğurgan malzemesi haline gelir.” diye yazar. Dahası, “travmanın aktarılması ve acı veren travma benliğin (self) yapısını zayıflatır, saldırganlığı düzenleme kapasitesini bozar ve çocuğun rol oynayabileceği şeyler haline gelir.” der. Herzog şunu da ekler: “eski bir deyiş şöyle der, bir kişi ancak bir çocuğun mutsuz olduğu kadar mutlu olabilir.” (s. 538–561).

Arjantinli ve Alman yazarlardan başka pek çok yazar da, hayatta kalanın yas tutmasını imkânsız hale getiren soykırım ve felaketler gibi ciddi kolektif travmalar ile bu travmalara ait zihinde bölünmüş ve sessiz şekilde kalan, günlük yaşamda eyleme döküldüğünde ya da analizde ortaya çıkabilecek, bütünlükten uzak, temel parçaları birbirini izleyen kuşaklara bilinçdışı aktarımı (Bleger, 1962) arasındaki ilişki hakkında çalışmalar yazmıştır. Bohleber, gelecek kuşakların daha önce gerçekleşememiş yası detaylandırmasını ve sonradan da olsa üzerinde çalışmasını gerektiren “geçmişin kolonileşmesi” hakkında konuşur (Bohleber, 2007); Kevin’ın katliamından sonra Eva’nın, kendi içinde ve Kevin ile, Franklin’e yazdığı hayali mektuplar vasıtasıyla (filmde flash-backler yoluyla) bu çalışmayı ortaya koyduğunu görürüz.

Ermeni Katliamı, “20 yy da travmatik olarak ayırt edici olan, insanların maruz kaldığı ve acı çektiği yok edici ve uç deneyimlerden” (Bohleber, 2007, s. 330)  biri olarak görülebilir. Bu iletimin sonuçlarının pek çok faktöre bağlı olduğu kesinlikle varsayılabilir, ancak travmanın yoğunluğu ile alıcı nesne olarak ben’in gücü ve olgunluk düzeyi bunların başındadır. Yani kendimizi habis bir döngünün içinde buluruz; travma zayıf bir “ben”de daha fazla olur, ancak bu öylesine bilinçdışı bir iletimdir ki benlik (self) yapılanmasını bozar ve agresyonun dönüştürülmesini ya da oyunu kullanmayı etkisiz hale getirir. Gerçekte Kevin,  bir çocuk olarak hiç oyun oynayamamaktadır, şiddet göstermediği zamanlarda kayıtısız/duygusuz kalır. Seneler boyunca cinayet işleme fantezisi kurduğunda, diğerlerini incittiğinde (çocuklar ve kız kardeşi gibi), insanları küçük düşürdüğünde (kendisini baştan çıkardığı gerekçesiyle itham ettiği öğretmeni gibi) ve eşyalara zarar verdiğinde (Eva’nın çalışması gibi) etkinleşen ve enerji dolan bir ergene dönüşür. Ona hayat ve heyecan veren tek şey zalimlik gibi görünmektedir.

Bu noktada Ogden’in (1997) sapkın kişinin ilk sahneyi içinde, steril ve ölü olarak bilinçdışında taşıyan bir özne olduğu, bunun da kişinin kaçınılmaz olarak yaşamsız ve “kaybedecek bir şey yok”  olarak hissetmesine dönüştüğü şeklindeki hipotezini aydınlatıcı buluyorum: yaşama dönmesinin tek yolu, şiddetin ve sapkınlığın heyecanıdır. Francesconi (2009) ile birlikte ele alındığında bu bilinçdışı yapılanmanın bir ergenin katil olmasını anlamamıza yardımcı olabileceğine inanıyorum. Ogden’de şunu okuruz:

“Bu tip sapkın bir bireyde bir çeşit içsel ölülük, var olmakla ilgili bir eksiklik deneyimlenir; aynı anda da, yaşamın sadece anne babanın birleşmesinde (cinsel ya da cinsel olmayan) bulunduğu ve yaşamı ‘elde etmenin’ tek yolunun, dışlandığı ve yaşamsız bırakıldığı bu birleşmenin (yaşamın kaynağı) içine girmek olduğu şeklinde son derece sağlamca basitleştirilmiş savunmacı fanteziler geliştirirler….  Bireyler, ebeveynsel birleşmenin (kelimenin en geniş anlamıyla) boş bir etkinlik olduğunu düşlemler/deneyimler ve ilk sahnenin yaşamsızlığının da kendi içsel ölülüklerinin kaynağı olduğunu hayal ederler.  Burada tartışılan türden bir sapkında karakteristik olan, hissedilen boşluğun zorlantılı erotize edilişidir… Bu erotizasyon ile ortaya çıkan coşku kişinin insansı canlılığının ikamesi olarak kullanılır. (Ogden, 1997, s. 99–100).

Gelecekteki katil ergen sadece “ateşe yakın uçtuğunda”, tehlikeye yol açtığında ve kendisini riskli durumlara soktuğunda, yani “bireyin psikolojik yaşamı bir şekilde zaten kayıp (hatta daha çok hiç olmamış) olduğu için” kaybedecek bir şeyi olmadığını hissettiğinde canlı hisseder. Ve işte “ ölü olarak deneyimlenen ilk sahneden yaşamı çıkarmanın sonsuz ve faydasız bir çabası” karşımızdadır (s. 100). Kevin ve Eva arasındaki yoğun ve ilkel ilişkide, karmaşık pek çok faktör rol oynar: bir katliamdan çıkmış ve onu yaşamış bir bireyin, kuşaklararası bilinçdışı travması bebekte bilinçdışı verimsiz birincil ölüm sahnesi fantezisini yaratır.  Franklin’in de anne çocuk ikilisinin arasına girerek çocuğun kendini ayırmasına olanak veren, gelişimin belli bir noktasında “üçüncü” olabilmesindeki etkisizliğiyle,  zayıf bir baba olarak rolünü vurgulamak önemlidir. Kevin ile bu ayrışma sadece olmuş görünmektedir. Franklin’in sevecen ve müşfik bir baba olduğu kesindir ancak Kevin’ın agresifliğiyle her zaman bir mazeret bularak, inceden gizli bir anlaşma içindedir. Franklin Eva’ya bağlıdır, aynı zamanda onun kültürel olarak çok farklı, çok öteki gördüğümüz kişiliğine ve geçmişine karşı düşmancadır. Aslında Kevin’a daha sonra silahı olan yay ve okları, Franklin’in Kevin’in agresyonunu kapsamaktaki beceriksizliğini temsil eder şekilde, oğluna “agresyonu” veren, hayatının geri kalanı boyunca eline koyan da Franklin’dir. Meottis’ler (1997) anneyi 'ölüm'ü –hem fiziksel hem de ruhsal anlamda ölümü- doğrudan çocuğunun içine koymasına zorlayabilen, agresyonu ikili ilişkinin dışına, bir üçüncüye aktarmanın olanaksızlığından bahseder.

Travma ruhsal yaşamda kendini tekrar etmekle yazgılıdır: Eva anne babasının arasında hiç sevgi görmemesine (‘Annemin babamı öptüğünü hiç görmedim. Görmeyi dilerdim.’) rağmen ve Kevin’in doğumuyla sonlanan cinsel birleşmesi sırasında bir tehlike duygusuna kapılır (Farnklin’e ‘dikkatli ol, tehlikeli olabilir’ der). Nihayetinde Eva bir kız çocuğunu sevebilir, bu birkaç yıl sonra Celia ile tatmin olan arzusudur. Sanki “Biz, bizden önce gelen başkalarının arzularından oluşuruz ”dur (Kaes, 1993). Kevin, filmde merkezi olarak genç Kevin’ın “bir şeye alışmış olman ondan hoşlandığın anlamına gelmez, sen bana alıştın” sözleri ile vurgulanan çatışmalı ve hayal kırıklığı yaşatan bir annesel arzu ile karşılaşır. Kevin’ın doğumundan sonra kısa süreli yaşadığı doğum sonrası depresyonu (kitapta filme göre daha iyi anlatılmıştır), acıyı ve ambivalansı[2] ifade etmek için ne çevre ne de çift tarafından toparlanmıştır, sonuçta bir girişimin semptomatik ifadesine dönüşmüştür. 

Katliam  (Perşembe)

Katliam tüm detayları ile ve büyük bir özenle hazırlanmıştır. Celia (daha önceki bir saldırısında ciddi bir şekilde gözünden yaraladığı) ve babasının icabına baktıktan sonra, Kevin yayı ile silahlanarak, okulun spor salonunda dokuz okul arkadaşını öldürmüştür. “Bir Katliam Sahnesi” diye yazar gazeteler ve toplumun tüm üyeleri ve belki de tüm ülkenin düşünceleri Denver’daki Columbine katliamına döner.  Celia’nın öldürülmesi sürpriz değildir: kardeş rekabetinin üstünde ve ötesinde, Kevin anaokulundan itibaren tüm çocuklardan nefret etmiştir, lisede de tüm okul arkadaşlarından nefret etmektedir. Seçtiği dokuz çocuğun ortak özellikleri var gibi görünür: bir çeşit kusurlarının olması ya da bir şekilde mükemmel olmamalarına rağmen her biri herhangi bir erdeminden ötürü okuldan ödül almışlardır. Bir hapishane görüşmesinde Kevin Eva’ya ‘Onlardan hoşlanmıyordum’ der iğrenerek, ‘Sinirlerime dokunuyorlardı’. ‘Sen kimseden hoşlanmazsın’ olur Eva’nın yanıtı (s. 240).

Kevin, babası, Celia ve okul arkadaşlarından kurtularak kimi, neyi öldürür? Benliğin en zayıf halkası, kusurlu ve eksik olarak hissedilir ve diğerlerine yansıtılır; böylece tahammül edilmez ölçüde kusurlu olana dönüşen ötekiler ortadan kaldırılırsa, kendi eksiklerini ve mükemmel olmayışını da ortadan kaldırdığı şeklinde kendini avutabilir mi?  Annesi ile özel ilişkisinde, diğer tüm çocuklar, kardeşi, babası gibi küçümsenen ve haset edilen nesneler olan,  muhtemel rakiplerinden kurtulma girişiminde mi bulunmuştur? Aynı zamanda Kevin, Ogden’in bahsettiği, telafi edilemeyecek şekilde kayıp olarak hissedilen bir çeşit canlılık ilüzyonunun,  erotize edilmiş tatminini aramaktadır.  Bana göre  Kevin, olağanüstü düzeydeki boşluk duygusunun farkındaydı (‘Ne kişiliği?’ diye cevap verir, onun kişiliğinden bahseden Eva’ya).  

Hapishane ziyaretlerinin son sahnelerinde Eva tekrar, ikaz eden sadistik olayların sayısız anısına döner:  diğer çocuklara karşı ciddi saldırıları, nesneleri tahrip edişi, oyun oynamayı reddedişi, muhalif kayıtsızlığı, Celia’nın gözüne verdiği zarar, öğretmenine verdiği hasar…. Sanki katliam tamamen öngörülebilir ve kaçınılmazdır.
Böylece katliamın derin dinamikleriyle beraber, taşıdığı ciddi narsisistik kırılganlıklarını telafi eden büyüklenmeci benliğin zaferini görürüz (Kevin şunu der gibidir: Ben kusurlu ve zayıf bir benliğe sahip değilim, elimde güçlü-yay-fallusumu tutuyorum.). Ancak bu –bana göre önemli bir nokta olan- , annesine sadece tümüyle kendisinin sahip olmasına olan mutlak ihtiyacıyla birleşir. Anne ve çocuk sonuçta yalnız kalır,  dünya sahnesinde ikisi de yalnızdır, her ikisi de sırları ve kopmaz bağlarının tutsağıdır - hapishane ziyaretlerinin son sahneleri, gerçeğe yol almalarının olasılığının nihayet başladığını kuvvetli bir biçimde çağrıştır. Kevin sonunda en çok  istediğine, annesine ulaşır.

‘Narsisistik kırılganlık’ olarak anılan öznenin belli bir formdaki nesneye ihtiyaç duyduğuna ilişkin ilginç bir çalışmada Kapsambelis (2011),  öznenin ihtiyaç duyduğu kötü nesne, aynı zamanda belli özellikleri ve zenginlikleri elinde tutan bir nesne olarak değerlendirir; nesne iyi niteliklerini kaybetmemiştir, ancak özneyi reddetmiştir. Böylece, böylesine bir nesneyle karşılaşınca özne kıskanç ve öfkeli bir tutum sergiler, genelde bir nesnenin bu şekilde düşünülmesi tutulmamış bir söz olduğunun duygusuna dayanır (s. 1107).

Öfke, kıskançlık ve intikam ihtiyacı daha sonra nesnenin reddedildiği, nesnenin kötü oluşunu onaylayan habis bir döngü oluşturur. Ancak derindeki ihtiyaç, “onarım” ihtiyacıdır.

Filmde, sessiz ziyaretlerin akabinde geçekleşen birlikte olma ve samimi bir anlama girişiminin olduğu son ziyarette Eva ve Kevin arasındaki nihai diyalog, sonuç bölümünde de göreceğimiz gibi Kevin’da, Eva’da ve ikisinin ilişkisinde,  bu onarım olasılığının bir işaretini verir.

Modern Kültürde Anneliğin İdealizasyonu ve Ambivalansın Yadsınması

Sonuçta, kendimize kültürün rolü nedir, sosyal etkiler ne kadar hesaba katılmalıdır ve bunların etkisi nedir diye sormalıyız. Pek çok ergen gibi, Kevin da belli bir imaj tapınmasının (“nasıl görünüyorsan öylesindir” bunlardan biridir) kurbanıdır ve bu tip bir kültürel güdü “mükemmel olmayanın katliamı”na katkı sağlayabilir.

Annelik üzerindeki sosyo kültürel baskılar kitapta da filmde de açığa çıkar. Fransız düşünür Elisabeth Badinter’ın (2010) yazdığı gibi, batılı toplumlarda en azından son yirmi senedir kadının rolünde, sanki kadın bir çeşit paradoksal gereksinimin içinde kilitlenmekle yükümlüymüş gibi temel bir gerileme görürüz: bir yanda tüm alanlarda (hem işte hem de hayatının diğer alanlarında) kendini gerçekleştirmek, diğer yanda mükemmel bir anne olmak… Badinter buna ilişkin geçerli bir okuma sunar: tek çocuğun sayıca üstünlüğü, sıklıkla yaşamın ilerleyen yıllarında sahip olunması, anneliği öne çıkarması, sanki arzulanan çocuk olmamıştır – seçilmiştir. Bu seçim bir paradoksa işaret eder, kadın doğurmayı seçtiği çocuğa karşı daha fazla görevi olduğunu bilinçdışı olarak hisseder, şöyle der gibidir: seçtiğime göre, şimdi başarısız olamam, kusurlu/eksik olamam. Seçim kendini gerçekleştirme projesinin bir parçasıdır ve her gebelikte, her doğumda var olan bir fizyolojik ambivalansın inkârı olarak sonuçlanan bunaltıcı bir sorumluluk verir. Bu “hayali aura” (s. 16)  ile örtülü olarak, medya ve toplumun talepleri ile bombalanan annelik, bir kadın için kendini cezalandırma ve kendine saldırmak şeklinde acı dolu bir deneyime dönüşür.  Gerçekten de Eva, Tribeca’daki sevgili dairesinden nefret ettiği bir eve (‘Bu evden nefret ettim.’), kendisini farklı ve düşmanca hissettiği bir sosyal topluluğa taşınmak için vazgeçmiş ancak bunu “çocuğun iyiliği için” kabul etmiştir. Çocuğa karşı ambivalans bu erken dönem işaretleri kocası, doktorlar ve toplumun belirgin ihtilafından oluşan birlik tarafından çoğunlukla inkâr edilmiştir. Anneliğin idealizasyonunun diğer tarafında bun benzer bir çocuğun idealizasyonu olduğunu düşünüyorum: mükemmel anne, kendisi de mükemmel olan ‘tahminen iyi’ çocuğa uygun olmalıdır. İnsan hayatındaki her duygunun ambivalansının inkârı için her türlü çabayı gerçekleştiren modern kültürde, Eva ve Kevin da anne-çocuk ilişkisinin kendisini içinde bulacağı karşılıklı tuzağın sembollerini temsil eder.  “Anneye özgü olanın yücelmesinin kutlanması” (Badinter, s. 52) – ve bebeğe özgü olanı yüceltmeyi de ekleyebilirim – sıklıkla post modern adam ve kadınları, çoğunluğunu bu idealizasyona uymaya çalışan kadınların oluşturduğu ve kendi içsel dünyalarının karmaşıklığı ile iç içe geçen, suçluluk ve yetersizlik duygularını azdıran kolektifin baskılayıcı talepleriyle karşılaşmalarında yalnız bırakır.

Winnicott, analistin kendi duygularının sahiciliğinin ve bazen hastalarına karşı hissedebilecekleri nefretin farkında olmasına ilişkin ihtiyacı akıllıca vurgular (1949);  aynı şekilde bir anne de “ hiçbir şey yapmadan bebeğinden nefret etmeyi tolere edebilmelidir…  Anne ile ilgili en dikkat çekici şey, onun bebeği tarafından incitilmesi ve bundan ne kadar nefret etse de bunu çocuğa ödetmeme ve nihayetinde gelebilecek ya da gelmeyecek ödüller için bekleyebilme becerisidir” (s. 73). Bazı hastalarla gerçekten de çocuğunun doğmasını bekleyen ya da yeni doğan çocuğunun karşısındaki bir anne durumunda kalırız ve bu anne “bebeği ondan nefret etmeden önce ondan nefret eden ve bebeği, annesinin kendisinden nefret ettiğini bilmeyen” annedir (s. 72). Bazı psikotik hastalarla olduğu gibi, Kevin da annesinin “nesnel nefretini” duyma ihtiyacındadır, böylece kendisine yönelik nesnel bir sevginin var olduğuna, gerçek duyguların var olduğuna inanabilir: sadece nefret edildiği duygusunun deneyimlenmesinden sonra sevildiğine inanabilir. Sadece bu şekilde Kevin Eva’nın kendisini sevdiği gerçeğine inanabilir (‘bir şeye alışmış olman, onu sevdiğin anlamına gelmez; sen bana alıştın’).  Tüm filmi Kevin’ın annesinin nefretini, bir gün sevilebileceğine inanmak için kışkırtma girişimleri olarak okuyabiliriz.  

Bu ambivalans ve nefreti fark etmek, bunu çok derinlerinde her zaman hissetmiş olsa bile,  Eva için zorlu bir yoldur. Çift değerliği inkâr etme ve bunu özellikle annelikle ilgili her şeyde (“kendi oğullarından ‘hoşlanmayan’ annelerden hoşlanmayız”) inkâr etme eğilimi olan modern kültürde, sosyal koşulların da bir rolü vardır: idealize edilmiş bir “her şeyiyle iyi anne” fantezisi,  bugün “yeterince iyi anne”nin yerine geçmiştir. 

Sonuçta, söylediğimiz gibi, gerçeğin parçaları görünür olmaya başlar. Korunmuş ve sonda ele alınmış hapishane itiraflarında, Eva sabırla, “gelebilecek ya da gelmeyecek ödülün” (Winnicott, s. 72) beklentisi olmadan, gerçek duyguların tanınması için, Kevin’a karşı hissettiği ve daha fazla tolere  edilemeyecek olan “nesnel nefretini” fark edebilmesi için bir süreç elde eder. Olası otantikliğe bu erişim Kevin’ın büyüklenmeci fikirlerinin evreninin dağıldığı son sahnede ipuçlarını verir. Anlaşılan Kevin’da da Eva’nın deneyimine paralel bir durum oluşmuştur:



“On bir kişiyi öldürdün. Kocamı. Kızımı. Gözlerime bak ve nedenini söyle…”

“Bildiğimi düşünüyordum, şimdi emin değilim.”

“Teşekkür ederim.”





[Açıklamalar]
[1](ç.n.) Yazar “sonradanlık/sonradan” anlamına ulaşmak için ”apres-coup” terimini kullanmıştır. Psikanalitik literatürde bu terim ilk olarak “Nachträglichkeit” olan Almanca bir terim olarak karşımıza çıkar ve anlamsal olarak (1) geçmişin şimdiden bakılarak anlamlandırılması, (2) geçmişteki deneyimlerin şimdinin anlamını belirlemesi gibi çift yönlü bir ifade olarak tanımlanabilir. Fransızca olan “apres-coup” terimi ise geçmişin şimdiden bakılarak anlamlandırılması şeklinde tek yönlü bir ifadedir. Metnin akışına göre, Fransızca tanımlamanın kullanılmasının daha uygun olacağı düşünülmektedir. • Terimin Almanca, Fransızca ve İngilizce açıklamalarına ilişkin detaylı bilgi için Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2011 içinde, Gerhard Dahl’ın “Benlik Örgütlenmesinin Gelişiminde Nachträglichkeit’ın İki Zaman Yöneyi: Kavramın Adı Konulmamış Travma ve Kaygıların Simgeleştirilmesi Açısından Önemi” adlı makalesi okunabilir.

[2] (ç.n.) Orijinal metinde “ambivalence” kelimesi kullanılmaktadır. Kelime Türkçe’de ‘ikircikli’ olarak kullanılmakla beraber tam anlamı karşılamadığı, tam karşılığın ‘çift değerli’ ya da ‘iki uçlu’ olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte ‘ambivalans’ kelimesi Türkçe metinlerde de kullanıldığı ve özellikle psikanaliz okumaları yapanlarca sıkça karşılaşılan bir kavram olduğu düşünüldüğünden çeviride aslına sadık kalınacak ve ‘ambivalans’ kelimesi kullanılacaktır.  

Kaynakça
Bandinter E (2010). Le conflit, la femme et la mere. Paris: Flammarion.
Bergeret J (1994). La violence et la vie. Paris: Payot et Rivages.
Bion WR (1962). Learning from experience. London: Heinemann.
Bleger J (1962). Simbiosis y ambiguedad: estudio psicoanalitico (Symbiosis and ambiguity, a psychoanalytic study. New York: Routledge, 2012)
Bohleber W (2007). Remembrance, trauma and collective memory. Int J Psychoanal 88:329–352.
Ferruta A (2010). Continuita e discontinuita nel narcisimo sano e patologico, presented at the Milan Center of Psychoanalysis
Francesconi M. (2009). Adolescenti: cultura del rischio ed etica dei limiti. Franco Angeli: Milano.
Freud S (1905). Three essays on the theory of sexuality. SE 4 Freud S (1920). Beyond the pleasure principle. SE 9
Freud S (1929). Civilisation and its discontents. SE 10.
Herzog JM (2005). Los Degradados: out, down, dead: Transmitted and inflicted trauma as encountered in the analysis of a 6-year-old girl. Int. J. Psychoanal 86:291–310.
Lichtemberg JD (1989). Psychoanalysis and motivation. Hillsdale, NJ
Kaes R (1993). Trasmission de la vie psychique entre les generations. Paris: Dunot.
Kapsambelis V (2001). La ‘fragilite narcissique’, une clinique contemporaine. Rev Franc de Psychoan 4:1097–1112.
Klein M (1957). Envy and gratitude. London: Tavistock.
Kohut H (1971). The analysis of the Self. New York, NY: International UP.
Kohut H (1977). The restoration of the Self. New York, NY: International UP.
Meotti A e F. (1997). Da una generazione all’altra: scissione e integrazione nel campo multi generazionale, presented at the Milan Center of Psychoanalisis
Ogden T (1997). Reverie and interpretation. Sensing something human. Jason Aronson Inc.
Winnicott D (1949). Hate in the countertransference. Int J Psychoanal 30:69–74.
Winnicott D (1971). Playing and reality. London: Routledge.

Orijinal Metin: VALDRE, Rossella; “We need to talk about Kevin”: an unusual, unconventional film - Some reflections on ‘bad boys’, between transgenerational projections and socio-cultural influences (The International Journal of Psychoanalysis, Int J Psychoanal (2014) 95:149–159 / doi: 10.1111/1745-8315.12188)

10 Ocak 2016 Pazar

Cansızlaştırma, İzolasyon (Ice-olation/Buzlaştırma) ve Sıfır Derecenin Prensesleri – Disney’in FROZEN Çizgi Filmi…


(Donmuş Çocuklar: Rod Tweedy, Modern Disney’in patolojisini tartışıyor… )

Frozen, bütçe değeri animasyon filmler içinde tüm zamanların en iyisi ve diğer türler içinde ise beşincisi olan bir filmdir. (1.3 milyar ABD doları, dünya çapındaki gişe hasılatı). 375 milyon genç, YouTube’da bulunan filmin hit parçası olan “Let it Go” yu görüntüledi ve şarkıya eşlik ederek söyledi; tıpkı Dorian Lynskey’in dediği gibi “bir neslin hayal gücünü şekillendirdi”. Işıltısının ve yüzeysel görüntüsünün ötesinde filmle ilgili bir şeyler çocuklar ve gençlerde güçlü bir şekilde açıkça yankılandı. Bence bunun sırrı – ve bunun çekiciliğinin özünde olan şey – filmin hem ele aldığı hem de güçlendirdiği,  çocukluktaki öfke, ‘buz-laşma/ice-olation‘, içsel cansızlaştırma ve kendi içine hapsolma gibi temaları ortaya koyma potansiyeliydi.

Filmi daha önce göremeyenler için filmin hikayesi iki kız kardeş arasındaki (bu Disney olduğundan, kimin prenses olacağını da içeren) çatışmalı ve değişken dinamiklerin etrafında döner. Büyük olan, Elsa, Midas benzeri (Stephen King’in enerji dolu telekinezi “sihirli” gücüne sahip Carrie karakteriyle benzeşen şeklide,  kendini tehdit edilmiş ya da öfkeli hissettiğinde tetiklenen) elinin dokunduğu ya da işaret ettiği her şeyi buza çevirme gücünün etkisi altındadır.

Lynskey’in gözlemlediği gibi Elsa’nın süper güçleri X-Men ya da Spiderman’de olduğu gibi  süper güçlerin ergenlik için kullanılması gibi bir metaforu yansıtır – çünkü hem güçlendirmektedirler hem de gerçekten işkence etmektedirler. Ergenlikle ilgili benzer konular ile erinlik sırasında ortaya çıkan tanıdık olmayan ve güçlü beceriler, günümüzün sinemasının benzer “sihirli” güçlerini acı çekerek yönetmeye çalışan çocuk takıntısı şeklinde geniş çaplı olarak ortaya dökülmektedir.  

Frozen modern çocukluk ve aile dinamiklerinin hem nedenlerini hem de sonuçlarını ustaca incelemektedir. Serseri bir buz saçağı kız kardeşi Anna için neredeyse öldürücü hale geldiğinde, örneğin, Elsa’nın endişeli ebevynleri üzerine titredikleri küçük prenseslerini, tipik sol beyin karar mekanizmalı ebeveynlikleri ile – üstünü ört ve hissetme -, toplumunun bile uzağına görndermeye karar verirler (“onun insanlarla temasını sınırlayacağız”). Bu sorunlu süper-egosal önerme daha sonra film boyunca sergilenen duygusal işlevsizliğin yüreğine dokunur: çocukları izole eden, duygulanımları kapatan, empatik ve ilişkisel olan sağ beyni devre dışı bırakan ve tüm ötekileri de engelleyip dışarıda bırakan bir dünya… Bu içsel süreç filmin görselinde sonu gelmeyen sıralı açılmamış kapılar ya da çarparak kapatılan kapılar olarak ve tabi ki sapkın ve sürekli taciz eden kar fırtınası dünyası ve zorlaştıran, dondurucu buz ile tarif edilir ki bu da duyguların, duygusal sıcaklığın ve insanca bi ilişkinin o ortamda yokluğu ile ilişkilidir. Disney’de genellikle olduğu gibi, sonrasında ebeveyler “ölür”  (protogonistin gerçek ebeveynlerinin yokluğu- Bambi ve Pinokyo’dan Peter Pan ve Aslan Kral’a – “aile dostu” bir imaj sergilemek konusunda takıntılı olan stüdyonun merak uyandıran bir özelliğidir) ve ana karakterler de bundan dolayı “gerçek sevgi” deneyimiyle kurtarılana dek çabalarlar.  Şimdilik, çok Disneyvari….

Frozen’da merkezi metaforun ardında yatan parçalara ayrılma ve sosyal/duygusal işlev bozukluklarının tasviri ele geçirici ve kaplayıcı olması dolayısıyla, filmin sadece Disney’in çok temel anlatımını ciddi biçimde zedelemekle kalmayarak aynı zamanda süreç içinde pek çok mit ve mitik sembolle de mücadele edişi haricinde…Mesela erkek karakterler aslında yan rollere sürülmüştür ve neredeyse gülünç bir şekilde (her anlamda) sunulmuşlardır; Disney’in her zamanki “zalimi” geç ortaya çıkar ve daha çok kendi kendine çözümlenmiş bir sorun olur; hikayede hatırı sayılır sayıda feminist bileşen ve  düğüm vardır (temel ilişki bir kız ve bir erkek arasında değil, iki kız arasındadır); ve aslında özgürlük marşı olan “Let It Go” da, “ortaya çıkmanın” zafer ve şükran şarkısı olarak okunur.

Daha ilginç ve zorlayıcı olansa filmin çocukluk öfkesi ve yalıtılmışlığının bir anlatımı olmasıdır. “Yalıtılmışlık” (isolation) filmde anahtar kavramdır  Idina Menzel – hit şarkısı olan “Let It Go” da heyecanı körükleyen bir etki yaratmak için (“bir yalıtılmışlık krallığı, ve anlaşılan ben de kraliçeyim”) kullanılmış –, içsel ve dışsal duygusal manzaraların arasındaki derin bağlantıyı güçlendirmek için  “yalıtılmışlık – isolation” kelimesinin ilk hecesinde bir kalp atışı için sıradışı bir duraklama bırakır. Elsa için nihayetinde bu içsel öfkesine ses vermiş olmak ve senelerce etrafındaki herşeyi hareketleriyle tahrip eden ne ifade edebilmesinin ne de taşıyabilmesinin olanaksız olduğu bu durum ayn zamanda hem özgürleştirici hem de zehirleyicidir.  

“İçeri girmelerine, görmelerine izin verme, (Don’t let them in, don’t let them see)

Her zaman olman gereken iyi kız ol, (Be the good girl you always have to be)

Üzerini ört, hisetme, bilmelerine izin verme (Conceal, don’t feel, don’t let them know)

-       İyi de, şimdi biliyorlar!            (– Well, now they know!)

“Let it go”, onun soğuk dolabından çıktığı andır – ergenin kendini-güçlendirme marşı, eşit derecede kendini yaralama ve narsisizmin şükran ve zafer şarkısı; (Elsa) içeri girer ve kendisi için bütünüyle çekingen ve ayrık bir dünya yaratır – tüm bağlamlardan, aileden, toplumdan ve kendi hayatından planlı bir şekilde çıkarılarak edindiği bir dünya. Bu, şarkının kutladığı şeydir. Elsa kendini kıstırdığı yerinden edilmişlikte akıl karıştırıcı özgürlüğünü  ilan eder: “evet yalnızım , ama yalnız ve özgürüm” .  Pek çok yorumcu bu hasılat rekortmeni şarkıyı kadını güçlendirmenin basit ve sorunsuz bir marşı olarak görür, ancak şarkı bundan fazlasıdır – ve bundan daha ilginçtir. Elsa yüreğinden geçenleri ilgisiz ve soğuk bir dağın omuzunda, uzak ve diğerlerini dışarıda tutan buzdan yapılmış bir kraliyet sarayının ortasında söylerken, biz aslında onun  tüm güce sahip olduğunu ve birini “güçlendirmenin” dünyada bir kapıyı çarpıp çıktıktan sonra aslında kendisinin dışarıda bıraklıdığını anlaması olduğunu fark ederiz. “Yalnız – nerede aslında olduğum kişi olabilirim”: Elsa’nın bağımsızlığın erdemi hakkındaki görüşü, Olaf’ın yaz hakkındaki görüşü kadar gerçekçidir.  Şarkı kurtarılmak konusunda ümidini yitirmiş (nihayetinde buna ihtiyaç duyan ve kurtarılan) ve kendini kurtarmaktan aciz  birinin yardım çığlığıdır; pek çok sekiz yaşındaki kız çocuğun şarkıda gücün ve azat edilmenin sesini duyması, pek çok yorumcu ve ebeveynin de, bu kendini yaralamanın felç edici ezgisini, benzer şekilde onaylaması ürkütücü derecede üzücüdür.

Hem Elsa karakterindeki gerginlik hem de yorumcuların şarkının ve tabi ki filmin, müzikal bir güçlendirmeden çok çıkış yolu olmayan bir  kendini yaralama trajedisi olduğunu ayırt etmedeki  beceriksizlikleri anlamlıdır.  Frozen soğuk ve kasvetli bir dünya çizer: soğuk ısırığı duygular, kırılgan ruhsallıklar, parıldayan bir öfke, insafsız ve fırtınalı, merkezdeki karakterlerini bölüp ayıran bastırılmış duygular. Film Elsa’nın yerinden edilmesinin işkencesini arttıran “üzerini ört ve hissetme”, “evet yalnızım ama yalnız ve özgürüm”, “onun diğerleriyle iletişimizi sınırlandıracağız”; sapkınca susturulmasına/kapatılmasına, “önümde sıra sıra kapılar”;  gibi  ifadelerle eziyet eder ve bir çocuğun yalıtılmışlığına göz atar; ailelerinse en iyi ihtimalle birer yaratık en kötü ihtimalle de kişisel işkenceciler olduğu hissedilir.  Prens Hans kaba ancak geçerli  olacak şekilde “Sevilmek için o kadar umutsuzdun ki benimle evlenmeye niyetliydin” diye ifade eder.  Hans kendiliğinden bu mutsuz dünyaya katılır ve Anna’ya kendi kardeşlerinin kendisini suistimal edişlerinin ayinini anlatır: “üçü de, iki yıl boyunca ben görünmezmişim gibi davrandılar; erkek kardeşler böyle yapar”. Ve Anna da ters bir şekilde karşılık verir, “ve kız kardeşler de”.   Bunlar mutlu sözler değildir: Cristoff  tarafından(kendisini sosyal olarak beceriksiz bırakan ‘trol ailesi’ olan biri olarak tanımlar), “ren geyiklerinin insanlardan daha iyi olduğu” – kendisine medyaya boğulmuş gençlik içinde üzücü bir şekilde yankı bulabilecek bir duygudur bu - yorumunda özetlenir.

Ailelerin aynı anda hem çözüm hem de sorunun nedeni oldukları bu ikircikli durum Anna’nın dokunaklı ve çaresiz çocukluk hikayesi tarafından derli toplu özetlenir. Ablasının duygusal olarak soğutulmuş dünyası ile şehrin canlı ama belirsiz büyüsü ve gerçek insanlarla gerçek bir iletişim içinde olmanın ortasında, bir bağ, aile, bağlam, toplum, kanlı canlı bir etkileşim (‘yalnız dünyamı değiştirmek için bir şans’ diye iç çeker, ağlamlaklı bir biçimde Jean D’Arc’ın resmini okşarken) özlemi çindedir. ‘Biraz daha yalnızlaşıyor, bütün bu boş odalarla..” diye iç çeker – “boş odalar” tekrar onun içsel ve dışsal olarak cansız ve paylaşılmamış prenses dünyasının temsil ettiklerini işaret eder. Bu yüzden de anlayışla karşılanabilecek şekilde, ablasının taç giyme yaşının kutlandığı baloyu beklerken “gerçekten canlı insanlar olacak, bu tamamen tuhaf olacak” diye heyecanla şarkı söyler.  Bu “gerçekten canlı insanların” bu kişilerin(Elsa ve Anna’nın) hayatlarındaki yokluğu ya da o hayattan çıkarılmış olması Frozen filmini tam olarak özetler ve filmin tuhaf atan, çırpıntılı – Elsa’nın kendi bağımsızlığını ilanı (ki bu eziyetli bir kendini tutsak etmeyi daha çok andırmaktadır) ile insanlarla samimi ve gerçek bir ilişki vasıtasıyla duygusal bir kurtuluş ihtimalinin arasını açan uçurum gibi– kalbidir. Anna’nın uygun bir şekilde  (tüm “let it go” kimlik krizinde ışıldayan) kız kardeşine sorduğu soru çok iyidir: “neden bu kadar çok korkuyorsun?”. Elsa’nın korktuğu tabi ki, - “dünyayı” engelleme nedeni- ‘güçleri’ değildir (ki güçleri de filmin sonunda sorun olmaktan çıkar), güçlerini yönetmeyi beceremiyor oluşudur – bu beceriksizlik de yıllar süren sosyal yalıtılmışlık ve yalnızıktan dolayı olmuştur. Elsa’nın yoksun olduğu herhangi bir şekil bulmuş ya da gerçek sosyal ve ebeveynsel özen ve sonuç olarak ortaya çıkan paylaşma, bağımlılığık ve sosyalleşme korkusu, ironik bir şekilde sembolize edilen kendi kaderini çizen geleneksel Disney “prenses” değerlerinin – prenses tacıyla mükemmel bir  şekilde belirtilen, acınası şekilde yalıtılmış kraliçeliklerini ilan etmişlik hattını- tümünü temsil etmektedir. Disney gerçek endişeleri ve problemleri, kesinlikle sahte ve yanlış geçiş nesneleri biçimindeki çizgi kurgularıyla tedaviyi sunmakta beceriklidir.  Frozen, örneğin, çocukların yalıtlımışlık ve terkedilmişlik duygularını, onlara Frozen ürünlerini satarak ve bu ürünleri çevrimiçi indirmeleri yönünde cesaretlendirerek tedavi aramaktadır. Bu yüzden de çocukların zaten deneyimlediği biçimsiz ve sanal dünya,  filmlerin sunduklarıyla yalnızca pekiştirilmektedir.

Elsa bu paradoksal büyünün kişileşmiş halidir: o pek çok kız çocuğun çekimine kapıldığı ve karşılık bulduğu – Dr. Jennifer Otter Bickerdike’in ifadesiyle ‘gerçek kendiliğini yaşamak için ailesi ve toplumdan ayrılan, kendi başının çaresine bakan ve kendini olduğu gibi kabul eden’-  “modern bir prenses”  karakteridir. ‘Gerçek kendiliğini yaşamak için ailesinden ve toplumdan ayrılan’ tanım olarak tam da filmin ideolojik mesajını özetler ve bu tip yorumların yayılması arzu edilir (mesela Dr. Bickerdike’ın Sony’nin pazarlama danışmanı olduğunu öğrenmek de şaşırtıcı değildir). Daha az rastlanan düşündürücü bir yorum da “öğrenme güçlükleri olan” ve “öfkesini kontrol edemeyen”  kızkardeşini acıklı bir şekilde Elsa karakteri ile benzeten radyo programcısı Jo Whiley’den gelir;”beş yaşlarımdayken bu davranışlarla baş etmek benim için çok zordu” diyerek sıklıkla ifade eder.  Bu, bence, bu yepyeni 21. Yüzyıl prensesinin merkezi çekiciliğini işaret eder. Wiley şöyle devam eder; “Elsa’nın kontrol edemediği ve bastıramadığı için bulunduğu her yeri, yerle bir eden güçleriyle benzeşikliklerden yararlanarak kızıma ‘evet, teyzen de böyle biri’ diyebildim. Bu şeklide o da –bazen çok kötü davranışlar sergileyebilen- teyzesinin Elsa’ya benzediğini düşünüyor, bu da bu tip davranışları açıklamak için gerçekten dahice bir yöntem”.

Kız kardeşinin “”kontrol edilemez öfkesini”, “zorlayıcı davranışlarını” ve “bulunduğu her yeri yerle bir etmesini” anlatmak için Elsa ile benzerliklerden yararlanma yolunu bulması bence de mükemmel biçimde mantıklı ve kolaylaştırıcı bir buluş.  Ancak, o zaman Elsa hangisidir: kendini güçlendirmenin, özgünlüğün ve dayanıklılığın rol modeli mi yoksa öfke tarafından ele geçirilmiş, ne anlayabildiği ne de kontrol edebildiği bilinçdışında, yerle bir eden fırtınalarına  takılmış bir kişinin vaka çalışması mıdır?

Wiley, Elsa’nın davranışlarından yola çıkarak kız kardeşinin öğrenme güçlüğüyle ilişki kurmuştur ancak bu davranışların belki de daha çok sınır durum kişilik özellikleri ile uğraşan biriyle ilişkilendirilebileceği söylenebilir. Simon Baron-Cohen bazı anahtar özellikleri listeler: “öfkeyi kontrol edememek” (bu çocuğunlukla özellikle kendilerine yakın olanlara yöneltilmiş öfke patlamaları ve kavgaya karışma, insanlara nesne fırlatma, bıçakla onları tehdit etme gibi davranışlarla ifade bulan), “aşırı yalnızlık”, “dürtüsellik”, “kimlik karmaşası” ve “kendini sakatlama şeklinde ortaya çıkan öz kıyım özellikleri”.  Bu özellikleri, kurgusal Elsa karakteri ile çarpıcı benzerlikler bulduğu, “Carol” vakası ile örnekler:

‘Hatırlayabildiği kadarıyla ve erken çocukluk yıllarına da geri dönüldüğünde yaşamının “lanetlenmiş” olduğunu hissediyordu. Fırtınalı çocukluğuna, değişken ergenliğine ve kriz dolu yetişkinliğine geri döndüğünde depresyonla geçen yaşamını düşünür. Ebeveynleri ile ilişkileri, yıllar süren periyodlar halindeki, onlarla hiç konuşmayışıyla  bölünmüştür. Fırtınalar koparmış ve arkasındaki kapıları çarpmıştır. Nefreti ve öfkesi ortaya çıktığında olacakları durdurması konusunda hiç şansı yoktur.’

Kesinlikle tüm tanılayıcı kriterleri karşılamasa da (mesela sınır kişilik özellikleri olanlar dayanılmaz içsel yalnızlıklarına rağmen aslında gerçekte yalnız kalmaya katlanamazlar, oysa Elsa kendini sürgün etmiştir), bu tip kişilik özellikleri en azından bu Disney filmindeki daha güçlü ve modern, daha karanlık ve ikircikli Elsa özelliklerini (‘Arkanı dön ve çarp kapıları/ Söyleyecekleri umrumda değil/ Fırtınalar kopsun bırak/Soğuk beni zaten hiç rahatsız etmedi ki’).  akla getirir. Daha rahatsız edici ve yıkıcı özellikler de, filmin şarkısında yardımcı yazar olan Kristen Anderson-Lopez’in yorumuyla pekişir: “’Let it Go’ hikayenin gidişatını değiştirdi. Elsa’nın bir dağın tepesinde olduğu ve herşeyi hissettiği ve tüm gücünün ortaya çıktığı bir an var. Bu ‘ailemin canı cehenneme‘ duygusunu ortaya çıkarır.” ‘Ailemin canı cehenneme’ tam olarak Elsa’nın temsil ettiği şeydir ve hem bugün hapsedilmiş, yalnızlaştırılmış pek çok çocuk için onun kitlesel çekiciliğini hem de “aile dostu” gibi görünen stüdyonun merkezindeki çıkmazını barındırır. 

Dr. Bickerdike tarafından söylendiği gibi, bu yüzden Elsa, birinin ‘ailesinden ve toplumdan’ ayrılığına neden olan (ya da gerektiren) “özgünlük” markasıdır:  tabi ki ironik bir şekilde bunlar Elsa’yı yıkıcı ve tacizkar davranışlara sürükleyen kopuştur da – kardeşine ‘görünmez’ gibi davrandığı, herkesi dışarıda bıraktığı, kendisi ve etrafındaki herkes için kurduğu sıfır derece çölüdür.  Bu Disney’in genç izleyicilerini – 375 milyonun youtube da izlemiş olduğu – özdeşleşmek, birlikte söylemek, zaferini kutlamak için davet ettiği 21. Yüzyıl “prensesliğidir”. Disney, genç dijital yerlilerinin dikkatini çekmek ve onları derin yatak odası yalıtılmışlığı ile sanal gerçekliğin diğer bir donmuş etkisine sürüklemek için,  şarkının, forumunda ulaşılabilir olmasına izin vermek gibi alışılmadık bir adım atmıştır.  Gençlerin yatak odalarına sokulmanın ekonomik ve ideolojik mantığı Disnek UK’dan Anna Hill tarafından dile getirilmiştir: “Sosyal medya inanılmaz biçimde güçlü, bunu kullanmak konusunda daha iyiye gidiyoruz, ancak gerçekte bu, içeriği tüketicilerin gücüne bırakmakla ilgili.”   Buradaki anahtar kelime “tüketici”dir: çocuklar değil, tüketiciler… Disney’in pazarlama ve ürün kampanyası stüdyonun bugüne dek sadece ürünler için 1 milyardan fazla kazanması ve daha da önemlisi markasını evlere ve dünya çapındaki çocukların nöronlarına kadar genişletmesi gibi beklenmedik boyutta karlı ve kazançlı sonuçlandı. “Bu Disney işinin sihiridir” diyor BMO Capital Markets Corp.da analist olan Dan Salmon.  

Disney anlatılarında sıklıkla olduğu gibi, sorunu tanımladılar – bir çocuğun güvensizlik duygusunu, yalıtılmışlığını, duygulanım, özen ve paylaşma ihtiyacını – ancak çözüm için tam olarak onları hedef alan samimi bir işbirliği ve eşitlikçi uygulamalar yerine, bir çeşit yalıtılmışlık ve diğerlerinden uzaklaşma duygusu yaratan tüm şeyleri ilk elden tekrar onaylamaya yönlendirdiler: “prenses” kültürünün zehirli mitine, “saray duvarlarının” yüceltilmesine ve somutlaşmasına, çocuğun ebeveyn ilgisi yerine soğuk sıvı kristal bilgisayar ekranlarıyla yer değiştirmiş olan sanal (donmuş) dünyalara hapsedilmesine, – “bir gün prensim gelecek” sanrısı, Disney’in sözlüğünde mükemmel şekilde tanımlanan  üstün-prenses, pasif, uzağı göremeyen Pamuk Prenses gibi – kahramanca bir aşk arayışının anti-sosyal gündemine… Altta yatan (gerçek) problemleri ve korkuları çözmek yerine, Frozen gibi filmler sadece prenses gibi kıymetli oluş duygusunu pekiştirerek ve bir duygusal partnere “varoluşsal güvensizlik ve kişisel düşlerin biricik tatmin edicisi” olarak daha fazla beklenti ve endişe yükleyerek sonlanır. Bizim yapmamız gereken ise bu animasyon çerçeveleri geride bırakarak sosyal gerçekliğe girmek ve Disney’in piramitsel saray duvarlarını yıkıp, taçları ezip, çocukları gerçek toplulukları ile tekrar bir araya getirmek olmalıdır. Ya da Elsa’nın sözleriyle, “bırakalım gitsin”…

 

Çeviren: Beyhan ÖZPAR, Psikolojik Danışman

SDT / Aile, Evlilik ve Çift Terapisti

 



 

Rod Tweedy, Yazar;  1997 yılında Oxford Üniveristesi’nden mezun olmuştur ve modern bilimler ile felsefe açısından Shelley’in şiirlerini araştırmakla ilgilenmektedir. Karnac Books’da editördür ve yine aynı yayın evinden çıkan “The God of the Left Hemisphere: Blake, Bolte Taylor and the Myth of Creation” isimli bir kitabı bulunmaktadır.

Karnacology (http://karnacology.com) psikanaliz, psikoterapi ve sosyal bilimler alanında kitaplar konusunda uzmanlaşmış ve bu konularda alanında önemli kitapları yayımlayan İngiliz yayın evi Karnac Books’un güncel konularda yayımlanan makale, röportaj ve kitap tanıtımlarının bulunduğu blogudur.

28 Aralık 2015 Pazartesi

“Sorumluluk” Karşılıklılık Gerektirir…


Yetişkin dünyası sorumlulukların yerine getirilmesi üzerine kurulu bir düzen olarak karşımıza çıkar. Kredilerin, faturaların ödenmesi, yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarının karşılanması gibi günlük yaşamın devamlılığını sağlayan sorumluluklarımız vardır. Bunlarla birlikte eşimize, içinde büyüdüğümüz aileye ve büyüttüğümüz çocuklarımıza karşı da sevgi, bakım verme, onlara birlikte eğlenceyi ve zamanı paylaşma gibi sorumluluklarımız da söz konusudur; bunların karşılanabilmesi ile günlük yaşam ihtiyaçlarımızın karşılanması arasındaki dengeyi gözetebilmek genellikle ip üzerinde yürümeye benzer. Sorumluklarımızı yerine getirirken ise genellikle şu duygu içinde yine de kendimizi rahat hissederiz: yetişkin olmuşuzdur, bu sorumlulukları yerine getirebileceğimiz olanakları yaratmışızdır ve kimseye muhtaç olmadan kendi ayaklarımız üzerinde durabiliyoruzdur.

Yoğun rekabetin ve zoru ekonomik koşulları olduğu, mutluluğun ve zaman yaratmanın lüks sayılabileceği bir çağda ve coğrafyada yaşıyoruz. Bu koşullarda ayaklarımızın üzerinde durabilmek ve sendelediğimizde ya da yıkıldığımızda ayağa kalkabilmek çok önemli bir konu olarak hep önümüzde duruyor.  Özellikle onlara mutlu ve rahat bir hayat sunmaya çalıştığımız çocuklarımızın yaşadığımız bu denge oyunundan haberdar olmamaları için elimizden geleni yapıyoruz. Ancak ufukta bizi bekleyen önemli bir konuyu erteliyor olabiliriz. Bir gün çocuklarımız da büyüyecek, belki bu koşullardan daha rahatsız bir dönem içinde yaşayacaklar. Ve bizlerin onlara bırakabildiği yegane şeyler büyüme çağlarındaki konfor ve iyi bir eğitim olacak. Peki, bıraktığımız bu şeyler, kendi yetişkinliklerinde kendi ayakları üzerinde durabilmelerine yardımcı olacak mı?

Şüphesiz tüm ebeveynler çocuklarının gerçeklerle başa çıkabilecek kadar güçlü ve günlük hayatta başlarına gelenin sorumluluğunu alabilecek kadar becerikli olmalarını istiyor. Azami bir ihtiyaçla kendi ayaklarının üzerinde durabilen, ihtiyaçlarını tespit edip karşılamak konusunda çaba göstermeye hazır bir çocuk büyüttüğünü her anne baba ister elbette ki… Yine de bunu yapabilmelerinin önünde önemli bir konu vardır; sorumluluk alabilmek.

Aslında sorumluluk alabilmek karşılıklı bir konudur. Bir çocuğun sorumluk almak istemesi, sorumluluklarının farkında olması ve bu sorumlulukları yerine getirmek konusunda istikrarlı olması onlara sorumluluk verebilen yetişkinlerin varlığında mümkün olabilmektedir. Etraflarındaki yetişkinler onları fazla küçük görüp “kıyamıyorsa”, onlar için her şeyi “hallediyorsa”, sorumluluk verdiklerinde çocuğun yapabildiklerini sürekli düzeltip baştan yapıyorsa, hatta yapamayacakları kadar büyük sorumluluklar veriyorsa ya da her yaptıklarını eleştiriyorsa çocuklar sorumluluk almakla ilgili olarak baştan zedelenmiş olarak hayatlarını sürdürürler.  Çünkü aslında sorumluluk almak sadece ihtiyaçları karşılamaktan ibaret değildir; sorumluk alan çocuk yapabildiklerinin farkında olan, kendine güvenebilen, kendine saygı duyan ve yapamayacaklarının da değerlendirip bu konuda çözüm aramaya istekli olan çocuktur da. Ve ileride bu çocuk öz güveni olan, farkındalığı yüksek, kararlı ve sabırlı bir yetişkin olmaya da adaydır.

Çocuğunun sorumluluk sahibi olmasını isteyen ebeveynler sorumluluk vermeye hazır olan ebeveynlerdir demiştik. Burada önemli iki konuyu dikkate almak gerekir; daha önce çocuğa verilmiş sorumluklar var mıdır ve çocuk bunların ne kadarını yapabilecek durumdadır? Elbette ki her yaşta çocukların yapabilecekleri şeyler ve alabilecekleri sorumlulukla vardır. Ancak daha önce kendisine hiç sorumluluk verilmemiş, verildiyse bile bu konuda çok örselenmiş bir çocuk kolay kolay yeni bir sorumluluk almayacaktır; çünkü onun için her yeni görev ve sorumluluk başa çıkılması güç duygusal bir anlam taşır. Çocuğun yaşına ve becerilerine uymayan sorumluluklar verildiğinde de benzer bir durum ortaya çıkar. Her iki durumda da çocuk yaptıklarının hep eksik ve sorunlu olduğunu, kendilerinin ise beceriksiz ve değersiz olduğunu düşünür ve hisseder.  

Bu durumda çocuğun sorumluluk duygusunu geliştirmek ve sorumluk almasını desteklemek için nereden başlamak gerekir?  Hafta içi yoğun ve yorgun bir iş gününde çıkmış olmak hafta sonu da bütün hafta yapamadıklarınızın listesi ile karşılaşıp bunlara yetişmeye çalışmak yeterince stres yaratan bir durumdur. Bu zamanlarda çocuklara sorumluluk vermek, onları takip etmek ve yerine “istediğiniz gibi” getirilmemiş işlerle karşılaşmak daha fazla stresten başka bir anlama gelmeyebilir. Yine de bir yerden başlamak gerekir. Bu yer sizin çocuğun neyi nasıl yaptığına değil, yapmak için çaba göstermesine onay verdiğiniz yerdir. Bu hem çocuğunuzun yeni şeyler yapmak istemesine hem becerilerinin gelişmesine hem de sizin ona yeni sorumluklar verebilmenize alan açar. Aynı zamanda önemli bir işi başararak aile hayatında kolaylaştırıcı olduğunu düşünmek de ilişkinizi ve bağınızı güçlendirir. Bundan sonrasında ise hangi sorumlukları ne kadar verebileceğinizi düşünmek gerekir. Aklınızda tutmanız gereken en önemli prensip kolaydan zora, azdan çoğa, basitten karmaşığa yaşı düzeyinde ilerlemeniz gerektiğidir.

Mesela çocuğunuzla beraber masayı kurma, çamaşırları ayırma veya asma, toz alma, yerleri süpürme gibi şeyler yaparak aile hayatına katkı sağladığını ve birlikte olabilmeniz için zaman yarattığınızı hissettirebilirsiniz. Çocuğunuzun kendi başına yemek yeme, giyinme-soyunma, tuvaletini yapma, ellerini, yüzünü yıkama gibi öz bakımıyla ilgili sorumlulukları üstlenmesini desteklemek hem bu becerilerinin gelişimini hem de kendilik algısının olumlu olmasını sağlayabilir; ne de olsa yaşına uygun düzeyde başının çaresine bakabiliyordur. Evcil hayvanınız varsa bakımı konusunda ufak sorumluklar alabilirler mesela, su ya da mama verebilirler, tüylerini fırçalayabilirler. Bahçe ya da balkonunuz varsa ya da evde sizinle yaşayan bitkileriniz varsa bu konularda da sorumluluk alarak yabani otları temizleyebilir, su verebilir, siz çiçeklerle ilgilenirken ufak getir götür işlerini yapmak ve öğrenmek için yanınızda durabilir. Ya da odasındaki bazı eşyalara ilişkin toplama düzenleme gibi konularda sorumluluk alabilir.

Diyelim ki sorumluluk verdiniz ancak çocuğunuz bunları yerine getirmekte zorlandı… Çoğunlukla ebeveynler bu aşamada pes ederler, ya tekrar aynı işi yapmak zorunda kalmaktan, ya anlatmaktan yorulduklarından ve anlatmak yerine yapmak kolay olduğundan ya da zaten kendi çocuklarının yapabilirliklerine güvenmediklerinden tamamen geri çekilerek sorumluluk vermemeyi tercih ederler. Kafalarında ilk beliren şey “bu çocuğun ileride sorumsuz bir yetişkin” olacağıdır. Bu ise çoğunlukla gerekçi değildir. Ama yine de sonrasında üstlenmek zorunda kalacağı birikmiş sorumluklar dağı ebeveynlerin korkulu rüyasına dönüşür. Tam bu aşamada başa dönmek ilk adım olmalıdır. Bu adım tüm sorumluluklarını elinden almak değildir; verilen sorumlukları ve çocuğunuzun yaşını/becerilerini gözden geçirmektir. Amaç elinden bir şey almak değildir; amaç çocuğunuzun yapabilirliklerini ortaya çıkarmak ve daha fazla yapmayı istemesi için ona destek olmaktır. Yaş ve becerilerin değerlendirilmesi ise neden verilen sorumluluğu yapamadığının tespit edilmesinde önemlidir. Amaç bağcıyı dövmek değil, üzüm yemektir nihayetinde…

Verdiğiniz ilk sorumlukların küçük ve kolay başarılabilecek olmalarına özen gösterin. Bu yaşı kadar önemli bir değişkendir. Küçük adımlarla ilerlemek, her defasında bir sorumluluk vermek, bu konuda belli bir noktaya gelmesini bekledikten sonra yeni bir sorumluluk vermek çocuğunuzun hızına ve hazır olmasına da destek sağlar. Mesela odasını toplamasını beklemek yerine arabalarını kırmızı sepete koymasını istemek ve bunu takip etmek daha kolay ve başarılabilirdir. Bu aynı zamanda çocuğunuzun sizin ne istediğinizi açık ve net olarak bilmesini de sağlar ki bu da düzenlemeniz gereken ikinci konu olabilir.

Belki de çocuğunuza ondan ne yapmasını istediğinizi yeterince açık, basit ve net biçimde anlatamamışsınızdır. Dolayısıyla yapmasını istediğiniz şeyi anlayabileceği basitlik ve kısalıkta anlatın.  Anlatmak da her zaman yeterli olmayabilir. Mümkün olduğunca ondan neyi nasıl yapmasını istediğinizi gösterin hatta ilk zamanlarda ona eşlik edin. Hem eşlik edip hem de anlatmanıza rağmen hep aynı şeyi yapmakta zorluk yaşıyorsa görevi basitleştirin ya da değiştirin. Muhtemelen bu iş ona ya çok karışık geliyordur ya da henüz hazır değildir. 

Aynı zamanda çocukların işleri sıralama becerilerinin de gelişimini desteklemek gerekir. Bu sorumluluklarını öncelik sırasına sokmasına yardımcı olacaktır. Bunun için siz işleri sıralayın ve rutinler oluşturmaya çalışın. Oyuncaklar toplandıktan sonra televizyonun açılacağını, dişler fırçalandıktan sonra yatılacağını, evdeki işler bittikten sonra parka çıkılacağını anlamasına destek olun. Bunun için de öncelikle bu rutinlere ve sıralamaya siz uymaya çalışın.

Çocuklar en iyi oyunda öğrenirler; o zaman yapmasını beklediğiniz şeyleri ve sorumluluklarını oyuna dönüştürün. Legoları toplamak için kuleler dikin, arabalar ve bebekleri toplamak için basket oynayın, üzerini değiştirmeyi yarışa çevirin. Hem eğlensin hem de yapması gerekeni yapabilsin.

Tüm bunlar çocuğunuza sorumluluk vermek için ve ya verdiğiniz sorumlulukların pekişmesini ve sorumluluk duygusunun gelişmesini sağlamak için yararlı düzenleme ve tavsiyelerdir. Ancak bunlardan daha önemli olan şey bu süreçte çocuğunuzla iletişiminizdir ve aranızdaki güven ilişkisidir. Bunun için ise öncelikle olumlu ifadeler kullanmaya, yapabildiklerine odaklanmaya gayret edin. Onun yerine yapmayın, onun için yapmayın, yaptıkları/yapamadıkları yüzünden onu incitmeyin ya da bunları ödüllendirme/cezalandırma için kullanmayın. Düzenleyin, bekleyin ve destekleyin. Onların da daha fazla deneyime, zamana, bilgiye ve cesarete ihtiyaç duyduğunu hatırlayın. Sizin bu konudaki sabrınız, tutumunuz ve çocuğunuza olan inancınız, onun da kendisine inanmasını sağlayacaktır. 

Son olarak en önemli ve en zor yöntem konusunda kararlı olun; onun sorumluluk sahibi bir yetişkin olmasını istiyorsanız siz ona örnek olacak o yetişkin olun. Sürekli erteliyor, baştan savma yapıyor, yapıyormuş gibi görünüyor ve hatta hiç yapmıyorsanız çocuğunuzdan da bir sorumluğu fazlasıyla sahiplenip gerekeni yapmasını istemeniz büyük haksızlık olur. Böyle bir yetişkinle yaşayan çocuklar iki yoldan birini seçerler; ya yetişkine güvenemeyeceklerini anlayıp kendi başlarının çaresine bakmak için yaşlarının üstünde bir çaba sarf ederek ruh ve beden sağlıklarını koruyamazlar ya da birebir sizi örnek alarak o hiç olmasını istemediğiniz ancak maalesef örnek olduğunuz sorumsuz yetişkin olurlar.

Çocuğunuzun sorumluluk sahibi bir birey ve yetişkin olmasına destek olduğunuz bu yolculukta, güven ve sevgi içeren ilişkinizin ve iletişiminizin, verdiğiniz sorumlukların yerine getirilmesi için çocuğunuzda motivasyonu ve arzuyu sağlayan asıl şey olduğunu hep hatırlayın.

 

Sevgiyle,

 

Beyhan ÖZPAR

Psikolojik Danışman