(Donmuş
Çocuklar: Rod Tweedy, Modern Disney’in patolojisini tartışıyor… )
Frozen,
bütçe değeri animasyon filmler içinde tüm zamanların en iyisi ve diğer türler
içinde ise beşincisi olan bir filmdir. (1.3 milyar ABD doları, dünya çapındaki
gişe hasılatı). 375 milyon genç, YouTube’da bulunan filmin hit parçası olan
“Let it Go” yu görüntüledi ve şarkıya eşlik ederek söyledi; tıpkı Dorian Lynskey’in
dediği gibi “bir neslin hayal gücünü şekillendirdi”. Işıltısının ve yüzeysel
görüntüsünün ötesinde filmle ilgili bir şeyler çocuklar ve gençlerde güçlü bir
şekilde açıkça yankılandı. Bence bunun sırrı – ve bunun çekiciliğinin özünde
olan şey – filmin hem ele aldığı hem de güçlendirdiği, çocukluktaki öfke, ‘buz-laşma/ice-olation‘,
içsel cansızlaştırma ve kendi içine hapsolma gibi temaları ortaya koyma
potansiyeliydi.
Filmi
daha önce göremeyenler için filmin hikayesi iki kız kardeş arasındaki (bu
Disney olduğundan, kimin prenses olacağını da içeren) çatışmalı ve değişken
dinamiklerin etrafında döner. Büyük olan, Elsa, Midas benzeri (Stephen King’in
enerji dolu telekinezi “sihirli” gücüne sahip Carrie karakteriyle benzeşen
şeklide, kendini tehdit edilmiş ya da
öfkeli hissettiğinde tetiklenen) elinin dokunduğu ya da işaret ettiği her şeyi
buza çevirme gücünün etkisi altındadır.
Lynskey’in
gözlemlediği gibi Elsa’nın süper güçleri X-Men ya da Spiderman’de olduğu
gibi süper güçlerin ergenlik için
kullanılması gibi bir metaforu yansıtır – çünkü hem güçlendirmektedirler hem de
gerçekten işkence etmektedirler. Ergenlikle ilgili benzer konular ile erinlik
sırasında ortaya çıkan tanıdık olmayan ve güçlü beceriler, günümüzün
sinemasının benzer “sihirli” güçlerini acı çekerek yönetmeye çalışan çocuk
takıntısı şeklinde geniş çaplı olarak ortaya dökülmektedir.
Frozen
modern çocukluk ve aile dinamiklerinin hem nedenlerini hem de sonuçlarını
ustaca incelemektedir. Serseri bir buz saçağı kız kardeşi Anna için neredeyse
öldürücü hale geldiğinde, örneğin, Elsa’nın endişeli ebevynleri üzerine
titredikleri küçük prenseslerini, tipik sol beyin karar mekanizmalı
ebeveynlikleri ile – üstünü ört ve hissetme -, toplumunun bile uzağına
görndermeye karar verirler (“onun insanlarla temasını sınırlayacağız”). Bu
sorunlu süper-egosal önerme daha sonra film boyunca sergilenen duygusal
işlevsizliğin yüreğine dokunur: çocukları izole eden, duygulanımları kapatan,
empatik ve ilişkisel olan sağ beyni devre dışı bırakan ve tüm ötekileri de
engelleyip dışarıda bırakan bir dünya… Bu içsel süreç filmin görselinde sonu gelmeyen
sıralı açılmamış kapılar ya da çarparak kapatılan kapılar olarak ve tabi ki sapkın
ve sürekli taciz eden kar fırtınası dünyası ve zorlaştıran, dondurucu buz ile tarif
edilir ki bu da duyguların, duygusal sıcaklığın ve insanca bi ilişkinin o ortamda
yokluğu ile ilişkilidir. Disney’de genellikle olduğu gibi, sonrasında ebeveyler
“ölür” (protogonistin gerçek
ebeveynlerinin yokluğu- Bambi ve Pinokyo’dan Peter Pan ve Aslan Kral’a – “aile
dostu” bir imaj sergilemek konusunda takıntılı olan stüdyonun merak uyandıran
bir özelliğidir) ve ana karakterler de bundan dolayı “gerçek sevgi” deneyimiyle
kurtarılana dek çabalarlar. Şimdilik,
çok Disneyvari….
Frozen’da
merkezi metaforun ardında yatan parçalara ayrılma ve sosyal/duygusal işlev
bozukluklarının tasviri ele geçirici ve kaplayıcı olması dolayısıyla, filmin
sadece Disney’in çok temel anlatımını ciddi biçimde zedelemekle kalmayarak aynı
zamanda süreç içinde pek çok mit ve mitik sembolle de mücadele edişi haricinde…Mesela
erkek karakterler aslında yan rollere sürülmüştür ve neredeyse gülünç bir
şekilde (her anlamda) sunulmuşlardır; Disney’in her zamanki “zalimi” geç ortaya
çıkar ve daha çok kendi kendine çözümlenmiş bir sorun olur; hikayede hatırı
sayılır sayıda feminist bileşen ve düğüm
vardır (temel ilişki bir kız ve bir erkek arasında değil, iki kız arasındadır);
ve aslında özgürlük marşı olan “Let It Go” da, “ortaya çıkmanın” zafer ve
şükran şarkısı olarak okunur.
Daha ilginç
ve zorlayıcı olansa filmin çocukluk öfkesi ve yalıtılmışlığının bir anlatımı
olmasıdır. “Yalıtılmışlık” (isolation) filmde anahtar kavramdır Idina Menzel – hit şarkısı olan “Let It Go” da
heyecanı körükleyen bir etki yaratmak için (“bir yalıtılmışlık krallığı, ve
anlaşılan ben de kraliçeyim”) kullanılmış –, içsel ve dışsal duygusal
manzaraların arasındaki derin bağlantıyı güçlendirmek için “yalıtılmışlık – isolation” kelimesinin ilk
hecesinde bir kalp atışı için sıradışı bir duraklama bırakır. Elsa için
nihayetinde bu içsel öfkesine ses vermiş olmak ve senelerce etrafındaki herşeyi
hareketleriyle tahrip eden ne ifade edebilmesinin ne de taşıyabilmesinin
olanaksız olduğu bu durum ayn zamanda hem özgürleştirici hem de zehirleyicidir.
“İçeri
girmelerine, görmelerine izin verme, (Don’t let them in, don’t let them see)
Her zaman
olman gereken iyi kız ol, (Be the good girl you always have to be)
Üzerini
ört, hisetme, bilmelerine izin verme (Conceal, don’t feel, don’t let them know)
- İyi de, şimdi biliyorlar! (– Well, now they know!)
“Let it
go”, onun soğuk dolabından çıktığı andır – ergenin kendini-güçlendirme marşı,
eşit derecede kendini yaralama ve narsisizmin şükran ve zafer şarkısı; (Elsa)
içeri girer ve kendisi için bütünüyle çekingen ve ayrık bir dünya yaratır – tüm
bağlamlardan, aileden, toplumdan ve kendi hayatından planlı bir şekilde
çıkarılarak edindiği bir dünya. Bu, şarkının kutladığı şeydir. Elsa kendini
kıstırdığı yerinden edilmişlikte akıl karıştırıcı özgürlüğünü ilan eder: “evet yalnızım , ama yalnız ve
özgürüm” . Pek çok yorumcu bu hasılat
rekortmeni şarkıyı kadını güçlendirmenin basit ve sorunsuz bir marşı olarak
görür, ancak şarkı bundan fazlasıdır – ve bundan daha ilginçtir. Elsa
yüreğinden geçenleri ilgisiz ve soğuk bir dağın omuzunda, uzak ve diğerlerini
dışarıda tutan buzdan yapılmış bir kraliyet sarayının ortasında söylerken, biz
aslında onun tüm güce sahip olduğunu ve
birini “güçlendirmenin” dünyada bir kapıyı çarpıp çıktıktan sonra aslında
kendisinin dışarıda bıraklıdığını anlaması olduğunu fark ederiz. “Yalnız –
nerede aslında olduğum kişi olabilirim”: Elsa’nın bağımsızlığın erdemi
hakkındaki görüşü, Olaf’ın yaz hakkındaki görüşü kadar gerçekçidir. Şarkı kurtarılmak konusunda ümidini yitirmiş (nihayetinde buna ihtiyaç
duyan ve kurtarılan) ve kendini kurtarmaktan aciz birinin yardım çığlığıdır; pek çok sekiz
yaşındaki kız çocuğun şarkıda gücün ve azat edilmenin sesini duyması, pek çok
yorumcu ve ebeveynin de, bu kendini yaralamanın felç edici ezgisini, benzer
şekilde onaylaması ürkütücü derecede üzücüdür.
Hem Elsa karakterindeki gerginlik hem de
yorumcuların şarkının ve tabi ki filmin, müzikal bir güçlendirmeden çok çıkış
yolu olmayan bir kendini yaralama
trajedisi olduğunu ayırt etmedeki
beceriksizlikleri anlamlıdır. Frozen
soğuk ve kasvetli bir dünya çizer: soğuk ısırığı duygular, kırılgan
ruhsallıklar, parıldayan bir öfke, insafsız ve fırtınalı, merkezdeki
karakterlerini bölüp ayıran bastırılmış duygular. Film Elsa’nın yerinden
edilmesinin işkencesini arttıran “üzerini ört ve hissetme”, “evet yalnızım ama
yalnız ve özgürüm”, “onun diğerleriyle iletişimizi sınırlandıracağız”; sapkınca
susturulmasına/kapatılmasına, “önümde sıra sıra kapılar”; gibi
ifadelerle eziyet eder ve bir çocuğun yalıtılmışlığına göz atar; ailelerinse
en iyi ihtimalle birer yaratık en kötü ihtimalle de kişisel işkenceciler olduğu
hissedilir. Prens Hans kaba ancak
geçerli olacak şekilde “Sevilmek için o
kadar umutsuzdun ki benimle evlenmeye niyetliydin” diye ifade eder. Hans kendiliğinden bu mutsuz dünyaya katılır ve
Anna’ya kendi kardeşlerinin kendisini suistimal edişlerinin ayinini anlatır:
“üçü de, iki yıl boyunca ben görünmezmişim gibi davrandılar; erkek kardeşler
böyle yapar”. Ve Anna da ters bir şekilde karşılık verir, “ve kız kardeşler
de”. Bunlar mutlu sözler değildir: Cristoff tarafından(kendisini sosyal olarak beceriksiz
bırakan ‘trol ailesi’ olan biri olarak tanımlar), “ren geyiklerinin insanlardan
daha iyi olduğu” – kendisine medyaya boğulmuş gençlik içinde üzücü bir şekilde
yankı bulabilecek bir duygudur bu - yorumunda özetlenir.
Ailelerin aynı anda hem çözüm hem de sorunun nedeni
oldukları bu ikircikli durum Anna’nın dokunaklı ve çaresiz çocukluk hikayesi
tarafından derli toplu özetlenir. Ablasının duygusal olarak soğutulmuş dünyası
ile şehrin canlı ama belirsiz büyüsü ve gerçek insanlarla gerçek bir iletişim
içinde olmanın ortasında, bir bağ, aile, bağlam, toplum, kanlı canlı bir
etkileşim (‘yalnız dünyamı değiştirmek için bir şans’ diye iç çeker, ağlamlaklı
bir biçimde Jean D’Arc’ın resmini okşarken) özlemi çindedir. ‘Biraz daha yalnızlaşıyor,
bütün bu boş odalarla..” diye iç çeker – “boş odalar” tekrar onun içsel ve
dışsal olarak cansız ve paylaşılmamış prenses dünyasının temsil ettiklerini
işaret eder. Bu yüzden de anlayışla karşılanabilecek şekilde, ablasının taç
giyme yaşının kutlandığı baloyu beklerken “gerçekten canlı insanlar olacak, bu
tamamen tuhaf olacak” diye heyecanla şarkı söyler. Bu “gerçekten canlı insanların” bu kişilerin(Elsa
ve Anna’nın) hayatlarındaki yokluğu ya da o hayattan çıkarılmış olması Frozen
filmini tam olarak özetler ve filmin tuhaf atan, çırpıntılı – Elsa’nın kendi
bağımsızlığını ilanı (ki bu eziyetli bir kendini tutsak etmeyi daha çok
andırmaktadır) ile insanlarla samimi ve gerçek bir ilişki vasıtasıyla duygusal
bir kurtuluş ihtimalinin arasını açan uçurum gibi– kalbidir. Anna’nın uygun bir
şekilde (tüm “let it go” kimlik krizinde
ışıldayan) kız kardeşine sorduğu soru çok iyidir: “neden bu kadar çok korkuyorsun?”.
Elsa’nın korktuğu tabi ki, - “dünyayı” engelleme nedeni- ‘güçleri’ değildir (ki
güçleri de filmin sonunda sorun olmaktan çıkar), güçlerini yönetmeyi
beceremiyor oluşudur – bu beceriksizlik de yıllar süren sosyal yalıtılmışlık ve
yalnızıktan dolayı olmuştur. Elsa’nın yoksun olduğu herhangi bir şekil bulmuş
ya da gerçek sosyal ve ebeveynsel özen ve sonuç olarak ortaya çıkan paylaşma,
bağımlılığık ve sosyalleşme korkusu, ironik bir şekilde sembolize edilen kendi
kaderini çizen geleneksel Disney “prenses” değerlerinin – prenses tacıyla
mükemmel bir şekilde belirtilen, acınası
şekilde yalıtılmış kraliçeliklerini ilan etmişlik hattını- tümünü temsil
etmektedir. Disney gerçek endişeleri ve problemleri, kesinlikle sahte ve yanlış
geçiş nesneleri biçimindeki çizgi kurgularıyla tedaviyi sunmakta beceriklidir. Frozen, örneğin, çocukların yalıtlımışlık ve
terkedilmişlik duygularını, onlara Frozen ürünlerini satarak ve bu ürünleri
çevrimiçi indirmeleri yönünde cesaretlendirerek tedavi aramaktadır. Bu yüzden
de çocukların zaten deneyimlediği biçimsiz ve sanal dünya, filmlerin sunduklarıyla yalnızca
pekiştirilmektedir.
Elsa bu
paradoksal büyünün kişileşmiş halidir: o pek çok kız çocuğun çekimine kapıldığı
ve karşılık bulduğu – Dr. Jennifer Otter Bickerdike’in ifadesiyle ‘gerçek
kendiliğini yaşamak için ailesi ve toplumdan ayrılan, kendi başının çaresine
bakan ve kendini olduğu gibi kabul eden’-
“modern bir prenses”
karakteridir. ‘Gerçek kendiliğini yaşamak için ailesinden ve toplumdan
ayrılan’ tanım olarak tam da filmin ideolojik mesajını özetler ve bu tip
yorumların yayılması arzu edilir (mesela Dr. Bickerdike’ın Sony’nin pazarlama
danışmanı olduğunu öğrenmek de şaşırtıcı değildir). Daha az rastlanan
düşündürücü bir yorum da “öğrenme güçlükleri olan” ve “öfkesini kontrol
edemeyen” kızkardeşini acıklı bir
şekilde Elsa karakteri ile benzeten radyo programcısı Jo Whiley’den gelir;”beş
yaşlarımdayken bu davranışlarla baş etmek benim için çok zordu” diyerek sıklıkla
ifade eder. Bu, bence, bu yepyeni 21. Yüzyıl prensesinin merkezi
çekiciliğini işaret eder. Wiley şöyle devam eder; “Elsa’nın kontrol edemediği ve
bastıramadığı için bulunduğu her yeri, yerle bir eden güçleriyle
benzeşikliklerden yararlanarak kızıma ‘evet, teyzen de böyle biri’ diyebildim.
Bu şeklide o da –bazen çok kötü davranışlar sergileyebilen- teyzesinin Elsa’ya
benzediğini düşünüyor, bu da bu tip davranışları açıklamak için gerçekten
dahice bir yöntem”.
Kız
kardeşinin “”kontrol edilemez öfkesini”, “zorlayıcı davranışlarını” ve “bulunduğu
her yeri yerle bir etmesini” anlatmak için Elsa ile benzerliklerden yararlanma
yolunu bulması bence de mükemmel biçimde mantıklı ve kolaylaştırıcı bir
buluş. Ancak, o zaman Elsa hangisidir:
kendini güçlendirmenin, özgünlüğün ve dayanıklılığın rol modeli mi yoksa öfke
tarafından ele geçirilmiş, ne anlayabildiği ne de kontrol edebildiği bilinçdışında,
yerle bir eden fırtınalarına takılmış
bir kişinin vaka çalışması mıdır?
Wiley,
Elsa’nın davranışlarından yola çıkarak kız kardeşinin öğrenme güçlüğüyle ilişki
kurmuştur ancak bu davranışların belki de daha çok sınır durum kişilik
özellikleri ile uğraşan biriyle ilişkilendirilebileceği söylenebilir. Simon
Baron-Cohen bazı anahtar özellikleri listeler: “öfkeyi kontrol edememek” (bu
çocuğunlukla özellikle kendilerine yakın olanlara yöneltilmiş öfke patlamaları
ve kavgaya karışma, insanlara nesne fırlatma, bıçakla onları tehdit etme gibi
davranışlarla ifade bulan), “aşırı yalnızlık”, “dürtüsellik”, “kimlik
karmaşası” ve “kendini sakatlama şeklinde ortaya çıkan öz kıyım
özellikleri”. Bu özellikleri, kurgusal
Elsa karakteri ile çarpıcı benzerlikler bulduğu, “Carol” vakası ile örnekler:
‘Hatırlayabildiği
kadarıyla ve erken çocukluk yıllarına da geri dönüldüğünde yaşamının
“lanetlenmiş” olduğunu hissediyordu. Fırtınalı çocukluğuna, değişken
ergenliğine ve kriz dolu yetişkinliğine geri döndüğünde depresyonla geçen
yaşamını düşünür. Ebeveynleri ile ilişkileri, yıllar süren periyodlar halindeki,
onlarla hiç konuşmayışıyla bölünmüştür.
Fırtınalar koparmış ve arkasındaki kapıları çarpmıştır. Nefreti ve öfkesi
ortaya çıktığında olacakları durdurması konusunda hiç şansı yoktur.’
Kesinlikle
tüm tanılayıcı kriterleri karşılamasa da (mesela sınır kişilik özellikleri olanlar
dayanılmaz içsel yalnızlıklarına rağmen aslında gerçekte yalnız kalmaya
katlanamazlar, oysa Elsa kendini sürgün etmiştir), bu tip kişilik özellikleri
en azından bu Disney filmindeki daha güçlü ve modern, daha karanlık ve
ikircikli Elsa özelliklerini (‘Arkanı dön ve çarp kapıları/ Söyleyecekleri
umrumda değil/ Fırtınalar kopsun bırak/Soğuk beni zaten hiç rahatsız etmedi ki’). akla getirir. Daha rahatsız edici ve yıkıcı
özellikler de, filmin şarkısında yardımcı yazar olan Kristen Anderson-Lopez’in yorumuyla
pekişir: “’Let it Go’ hikayenin gidişatını değiştirdi. Elsa’nın bir dağın
tepesinde olduğu ve herşeyi hissettiği ve tüm gücünün ortaya çıktığı bir an
var. Bu ‘ailemin canı cehenneme‘ duygusunu ortaya çıkarır.” ‘Ailemin canı
cehenneme’ tam olarak Elsa’nın temsil ettiği şeydir ve hem bugün hapsedilmiş,
yalnızlaştırılmış pek çok çocuk için onun kitlesel çekiciliğini hem de “aile
dostu” gibi görünen stüdyonun merkezindeki çıkmazını barındırır.
Dr.
Bickerdike tarafından söylendiği gibi, bu yüzden Elsa, birinin ‘ailesinden ve
toplumdan’ ayrılığına neden olan (ya da gerektiren) “özgünlük” markasıdır: tabi ki ironik bir şekilde bunlar Elsa’yı
yıkıcı ve tacizkar davranışlara sürükleyen kopuştur da – kardeşine ‘görünmez’
gibi davrandığı, herkesi dışarıda bıraktığı, kendisi ve etrafındaki herkes için
kurduğu sıfır derece çölüdür. Bu Disney’in
genç izleyicilerini – 375 milyonun youtube da izlemiş olduğu – özdeşleşmek,
birlikte söylemek, zaferini kutlamak için davet ettiği 21. Yüzyıl
“prensesliğidir”. Disney, genç dijital yerlilerinin dikkatini çekmek ve onları
derin yatak odası yalıtılmışlığı ile sanal gerçekliğin diğer bir donmuş
etkisine sürüklemek için, şarkının,
forumunda ulaşılabilir olmasına izin vermek gibi alışılmadık bir adım
atmıştır. Gençlerin yatak odalarına
sokulmanın ekonomik ve ideolojik mantığı Disnek UK’dan Anna Hill tarafından
dile getirilmiştir: “Sosyal medya inanılmaz biçimde güçlü, bunu kullanmak
konusunda daha iyiye gidiyoruz, ancak gerçekte bu, içeriği tüketicilerin gücüne
bırakmakla ilgili.” Buradaki
anahtar kelime “tüketici”dir: çocuklar değil, tüketiciler… Disney’in pazarlama
ve ürün kampanyası stüdyonun bugüne dek sadece ürünler için 1 milyardan fazla
kazanması ve daha da önemlisi markasını evlere ve dünya çapındaki çocukların
nöronlarına kadar genişletmesi gibi beklenmedik boyutta karlı ve kazançlı
sonuçlandı. “Bu Disney işinin sihiridir” diyor BMO Capital Markets Corp.da
analist olan Dan Salmon.
Disney anlatılarında sıklıkla olduğu gibi, sorunu
tanımladılar – bir çocuğun güvensizlik duygusunu, yalıtılmışlığını, duygulanım,
özen ve paylaşma ihtiyacını – ancak çözüm için tam olarak onları
hedef alan samimi bir işbirliği ve eşitlikçi uygulamalar yerine, bir çeşit
yalıtılmışlık ve diğerlerinden uzaklaşma duygusu yaratan tüm şeyleri ilk elden tekrar
onaylamaya yönlendirdiler: “prenses” kültürünün zehirli mitine, “saray
duvarlarının” yüceltilmesine ve somutlaşmasına, çocuğun ebeveyn ilgisi yerine
soğuk sıvı kristal bilgisayar ekranlarıyla yer değiştirmiş olan sanal (donmuş)
dünyalara hapsedilmesine, – “bir gün prensim gelecek” sanrısı, Disney’in
sözlüğünde mükemmel şekilde tanımlanan
üstün-prenses, pasif, uzağı göremeyen Pamuk Prenses gibi – kahramanca bir
aşk arayışının anti-sosyal gündemine… Altta yatan (gerçek) problemleri ve
korkuları çözmek yerine, Frozen gibi filmler sadece prenses gibi kıymetli oluş
duygusunu pekiştirerek ve bir duygusal partnere “varoluşsal güvensizlik ve
kişisel düşlerin biricik tatmin edicisi” olarak daha fazla beklenti ve endişe yükleyerek
sonlanır. Bizim yapmamız gereken ise bu animasyon çerçeveleri geride bırakarak
sosyal gerçekliğe girmek ve Disney’in piramitsel saray duvarlarını yıkıp,
taçları ezip, çocukları gerçek toplulukları ile tekrar bir araya getirmek
olmalıdır. Ya da Elsa’nın sözleriyle, “bırakalım gitsin”…
Çeviren: Beyhan ÖZPAR, Psikolojik Danışman
SDT / Aile, Evlilik ve Çift Terapisti
Rod Tweedy, Yazar; 1997 yılında Oxford Üniveristesi’nden mezun
olmuştur ve modern bilimler ile felsefe açısından Shelley’in şiirlerini
araştırmakla ilgilenmektedir. Karnac Books’da editördür ve yine aynı yayın
evinden çıkan “The God of the Left
Hemisphere: Blake, Bolte Taylor and the Myth of Creation” isimli bir kitabı
bulunmaktadır.
Karnacology (http://karnacology.com) psikanaliz, psikoterapi ve sosyal
bilimler alanında kitaplar konusunda uzmanlaşmış ve bu konularda alanında
önemli kitapları yayımlayan İngiliz yayın evi Karnac Books’un güncel
konularda yayımlanan makale, röportaj ve kitap tanıtımlarının bulunduğu
blogudur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder