Kuşaklararası Yansıtmalar ve Sosyo-Kültürel Etkilerin arasında kalan “Kötü Çocuklara” İlişkin Bazı Düşünceler...
Rossella Valdre / Çeviren: Beyhan ÖZPAR
Giriş
Bazı çocuklarda doğuştan agresyon denilen, özellikle ‘tiranik formda agresyon’ olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da görünenin dışında, bazı anne-çocuk ilişkilerinin “ölümü doğrudan onaylayan” bilinçdışı bir ölüm ve nefret iletişimine neden olduğunu iddia edebilir miyiz (Meotti, 1997)? Ve sosyo-kültürel faktörleri ergen bir katilin değerlendirilmesinde ne boyutta bir rolü vardır?
Bu sorular, İskoç yönetmen Lynne Ramsey’in rahatsız edici ve bana göre dokunaklı olan, Lionel Shriver’in aynı adlı romanından uyarlanan “Kevin Hakkında Konuşmalıyız”(2011) filmi sonrasında ortaya çıkan sorular... Film, Lionel Shriver’ın en başarılı ve pek çok dile çevrilmiş olan romanına, protagonist Eva’nın (filmde Tilda Swinton tarafından canlandırılan) kocası Franklin’e yazdığı hayali mektuplar halinde bölümlenmiş yapısının, Eva’nın protagonist ve anlatıcı olduğu bir hikâyeye dönüştürülmesi gibi merkezi bir değişim dışında büyük ölçüde sadık kalmıştır. Film Eva’nın oğlu Kevin’ı hapishanede ziyaret etmesi ile başlar, sayısız ileri geri hareketler ve flash-backler ile hikâye devam eder.
Hikâye planı basittir: Kevin (6-8 yaşları arası üç oyuncu tarafından, ergenliği ise Ezra Miller tarafından canlandırılan) Birleşik Devletler’e göç etmiş parlak bir Ermeni olan Eva Khatchadourian ile Amerikalı Franklin (John C. Riley) arasındaki evlilikten doğar. Ebeveynleri tarafından en azından bilinç düzeyinde istenen çocuk olan Kevin, fazlasıyla zor, reddedici, son derece karmaşık ve özellikle annesine karşı şiddet doludur. Sonrasında, henüz 16 yaşındayken okul arkadaşlarına ve hayatındaki önemli figürlere okulun spor salonunda bir katliam ile sonuçlanacak şekilde saldırır; 9 arkadaşının yanı sıra kardeşini ve babasını da öldürür.
Hüküm giyer ve önce çocuk ardından yetişkin hapishanesinde hapsedilir. Kevin sadece annesinin ziyaretini kabul eder; bu görüşmeler acı verici ve kederli geçer, bu da protagonistin anılarını yeniden yapılandırmasını ve hikâyenin protagonistin sesinden ve anılarından ortaya çıkmasına neden olur.
İlk bakışta göze çarpan şey, kitabın son derece sıra dışı ve acayip içeriğinin (New York Times tarafından ürkütücü derecede dürüst olarak tanımlanan) bir annenin koşulsuz sevgisi, çocukların doğal iyiliği ya da en azından hoşluğu, agresif ya da kural tanımaz olsalar da doğuştan gelen güzellikleri gibi sıradan sinema klişelerini altüst etmiş oluşudur. Kevin klişenin aksine küçük bir çocuk olduğundan beri hırçın, şefkat duygusu göstermeyen memnuniyetsiz bir çocuktur; akıl almaz derecede kötü ve muhaliftir, sanki çocuk yüzünü bir çeşit ‘kötülüğün erken gelişmiş maskesine’ dönüştürmüş kötü bir ruh tarafından ele geçirilmiş, neredeyse bakmanın fazlasıyla katlanılmaz olduğu yüz ekşitmeler ve surat ifadeleri ile bozulmuştur.
İzleyici, büyük bir hasar ve kayıpla gelen yalnızlık ve sürgün edilmenin toplum tarafından kendisine dayatıldığı, reddedilmiş bir anneliği deneyimleyen Eva’nın bakış açısı ile empati kurması için yönlendirilir. Burada, filmlerde çocuğa karşı bağlanan sıradan duygusal kayıtlar dâhiyane bir şekilde tersine döner ve tekrar gözden geçirilir. “Kevin Hakkında Konuşmalıyız” izleyiciler ve psikanalistler olarak bizi gelecekte ergen katiller olan ‘kötü çocuklar’ hakkında, ön yargısız ve hiçbir şeyi kesin olarak ele almadan konuşmaya odaklar.
Hem filmi hem de kitabı birlikte ele aldığım bu çalışmada, filmin bende uyandırdığı bazı fikirleri dört açıdan değerlendirerek yansıtmaya çalışacağım: kısa ve mutlaka tamamlanmamış bir psikanalitik ek içinde agresyon, travmanın kuşaklararası bilinçdışı aktarımı, son katliam (Perşembe), anneliğin idealizasyonu ve ambivalansın inkârında modern kültürün rolü.
Kevin’in Dönemleri: Gerçek Bir ‘Kötü’ Hakkında Konuşabilir miyiz?
Kitapta Eva’nın “Kevin iki hafta geç geldi”, diyen sözlerini okuruz, “o karşılaştığım en meraksız çocuktu. Kimseyi görmüyordum ve nadiren dışarı çıkıyordum; çünkü Kevin’in kudurmaları dışarıda toplumsal olarak kabul görmüyordu”(s. 112). “Kevin’ın sessizliği, zulmedici bir niteliğe sahipti (....), hareketsizdi ... oyun oynamıyordu.”(s. 115). Küçük Kevin öfkeli bir şekilde her şeye muhaliftir; televizyonu, her türlü oyunu her türlü yemeği reddeder. (‘Kevin, kurabiye ister misin?’ ‘Kurabiyelerden nefret ederim.’). Eva’nın düşmanlıkla dolmak içinmiş gibi algıladığı sonu olmayan sessizliklere çekilir Kevin ve Eva’nın adını söylemeyi reddeder. (‘Kevin, ‘anne’ der misin?. . .beklenen cevap ‘hayır’dır). Kevin ebeveynlerinin mahrem anlarını bozan, yürüyüşleri bölen ve dışarıya çıkmayı imkansızlaştıran, bakıcılarının kaçmasına neden olan, suskunluk (çocuk doktoru sonradan vazgeçilmiş bir hipotez olarak onun otistik olduğunu düşünmesine neden olan) ve görünürde bir gerekçesi olmayan sonu gelmeyen ağlamalar ve bağırmalar (nyeeeeee, nyeeeeee, nyeeeeeeeee......) arasında gidip gelir.
Restoranlarda çocuk Kevin, diğer çocukların sandalyelerini parçalar, yemeklerini daha tadına bile bakmadan ellerinin arasında ezerek ürkütücü kırmızı pürelere çevirir (kırmızı rengin film boyunca sıklıkla sembolik bir şekilde ortaya çıktığını hatırlamak gerekir). Okula başladığında öğretmenler onun diğer çocuklara karşı endişe verici agresif davranışları hakkında toplantılar düzenler. Kevin evde hiçbir şeye ilgi göstermez, Eva’nın onu yönlendirmek için yaptığı tüm girişimler hüsranla sonuçlanır; Eva için değerli olan şeylere zarar verir ve her teklif ya da talebe boş bir ‘Hayır, bundan hoşlanmadım, değiştir’ ile cevap verir.
Kevin’in gelişimi “nefrete sadakat” diyebileceğim inatçı bir tutarlılıkla ilerler. Neredeyse sanki Kevin’in bir an bile vazgeçmeyeceği ve onu finaldeki katliama sürükleyen içsel olarak yıkıcı bir projesi varmış gibidir. Çocuğun tiksindiriciliğe karşı aşağılayıcı yüz ekşitmelerini (filmlerde çok ender karşımıza çıkan aşırı memnuniyetsiz çocuklardan birini hatırlayın), sekiz yaşında boş bakışları (annesi romanda ‘Kevin benim için, tam bir muamma olmaya devam ediyor.’ Demektedir.) ardından da izleyicinin bir felaketin an meselesi olduğunu hissetmesine neden olan ergen olarak etrafında olup biteni küçümseyerek izliyormuş gibi soğuk ve gizemli görünüşü takip eder. Gerilim filmin başından beri çok yüksektir (film Eva’nın her şeyin kanla kaplandığını gördüğü bir kabusla açılır); izleyiciler bu tür bir nefret ikliminde çok uzun hayatta kalınamayacağını, bir şeylerin olacağını bilir.
Eva kendine sorar “Bebeklerin daha sıfır saatinde duyguları var mıdır?” Ben olduğuna inanıyorum.”
Burada agresyona ilişkin geniş psikanalitik teorilerde yer alan detaylara girmeyeceğim; onun yerine Freud’un ilk olarak agresyonu içgüdüsel bir dürtü (Freud 1905) ve ardından bunun otonom bir ölüm dürtüsü olarak kendini ortaya koyduğunu, özünde doğuştan ve azaltılamaz bir içgüdü olarak ele aldığını kısaca kendime hatırlatacağım (1920). Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında Freud karamsarlıkla sonlandırırken en ufak şüphesi yoktur: “İnsan nazik, sevgi arzulayan, eğer saldırıya uğrarsa basitçe kendini koruyan dost canlısı bir yaratık değildir; onun yerine doğuştan getirdiği içgüdülerinin bir parçası olarak, agresyona ilişkin güçlü bir arzusu olduğu hesaba katılmalıdır.“(s. 24).
Akabinde, Melanie Klein (1957), Freud’un açtığı yolu takip ederek çocuğun psişik gelişiminde bir yandan erken süperego formasyonuna katkı sağlayan, diğer taraftan dışarıdan yönlendirilen ilkel sadistik dürtülere gönderme yaparken haklı görünmektedir; bu ilkel sadistik dürtüler, engellenme ve çevresel eksikliklerden kaynaklanabilecek olan ancak özünde bağımsız ve doğuştan olan gerçek bir öz yıkıcılığı şekillendirir.
Bilindiği gibi birbirini takip eden gelişimler çevrenin ve annesel empati yoksunluğunun rolünü adım adım öncelikli hale getirir (Winnicott 1971; Kohut 1971,1977; Bion 1962), ardıl psişik yapıların şekillenmesinde ilk aynalama ilişkilerindeki başarısızlık görülür (Ferruta, 2010). Bebek araştırmaları alanında saldırganlığın (agresifliğin) kendi içinde otonom olarak sonlanmayan ve onun yerine saldırganlığın geri çekilme ve karşıt olma (her ikisi de Kevin’da mevcuttur) yoluyla güçlüklerle yüzleşebilme işlevleri de olan karmaşık bir sistem içine yerleştiren Lichtenberg’in (1989) orjinal konumuna dikkat çekmek isterim. Bu aynı zamanda Bergeret’in teorileştirmesindeki; “temel” ve her insanda yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olarak tanımladığı doğal gerçek bir şiddeti ayrımlaştırmasındaki durumdur. Yaşam içgüdüsünün ve kendini korumanın içsel bir parçası olan gerçek şiddetin, saldırganlığın içinde kendini gösteren sadizm ve nefret gibi erotize edilmiş parçaları ile hiç ilgisi yoktur.
Özetle, bugün rolü boşaltılan otonom bir saldırgan içgüdünün ve ölüm dürtüsünün varlığı pek çok yazar tarafından, saldırganlığın bakım verenin etkisinin yetersizliğine karşı uyum sağlamayı kolaylaştırıcı bir tepki olduğu şeklinde yeniden düşünülmüştür. Ancak, her birimizin doğa ve çevre arasındaki karmaşık, özel ve tamamıyla kişisel etkileşimden meydana geldiğimize inanıyorum; biri ya da diğeri bazen gizemli bir şekilde daha baskın olabilir.
Kevin’in annesinin kendisiyle bir çocuk olarak ilgilenmesine izin verdiği bir kaç günlük hastalığında çocuk, tek bir tutku ve tek bir arzu nesnesi şekillendirir: Robin Hood ve en çok sevdiği etkinliğe dönüşen okçuluk. Bu zenginden alıp fakire veren bir anti-kahraman ile özdeşleşme midir? Ok, içeri girerek öldüren ve narsisistik bir kırılganlığı telafi eden tüm güçlü bir fallusun sembolü müdür? Bu yoksul/zavallı olan ile ya da ödünlemeye ihtiyaç duyanla özdeşleşme midir? Bu biricik oyun örneği bile, bir ölüm enstrümanına dönüşecektir; Kevin katliamı bir yay ile gerçekleştirerek neredeyse kendi içinde iyi bir nesne taşımasının imkânsızlığını ifade edip, onun yerine her şeyin yıkıma hizmet ettiğini gösterir gibidir.
Görünen o ki Kevin’ın birincil çevresi anlamlı olabilecek bir engellenme ya da yoksunlukla işaretlenmemiştir. Hatta modern bir aile ortamı sunulmaktadır: bir arada görünen, iyi durumda ve eğitimli bir çift, kaçınılmaz ikilemler ve anneliğe ilişkin korkuları (‘bir çocuk sahibi olmaktan dehşet duyuyordum.’ diye anlatır Eva, acı dolu sonradan[1] yeniden yapılandırmasında) saymazsak istenen bir ilk çocuk. Eva ve Kevin arasında arabulucu olmaya çalışan, ancak oğlunun yaptığı her şiddet eylemine bir bahane bulup onu ‘affeden’ ılımlı bir baba görürüz. Burada, babanın ‘üçüncü’ olma ve ikili anne-çocuk ilişkisini ayırma rolünü yerine getirmediğini görürüz. Ancak bu ciddi bir travma olduğunu göstermez. O zaman eğer bir travma varsa, bu ne çeşit bir travmadır?
Bilinçdışının Kuşaklararası Aktarımı: Eva’dan Kevin’a
Böylece ‘Kevin Hakkında Konuşmalıyız’ ile ilgili düşüncelerimin kalbine geldik. Kaes (1993) kuşakların arasında; “bir gereklilik ya da yerinden edilemeyen psişik bir zorunluluğun etkisi altındaymış gibi tanımlanabilecek aktarılmaya itilen bir çeşit fenomen... Aktarım/aktarılan görülme ihtiyacındadır ve asıl öznenin içinde tutulamaz ve korunamaz.” bir psişik yaşamın var olduğunu yazar. Bu bilinçdışı aktarım, “aktarım sadece kayıp/eksik olandan değil, aynı zamanda meydana gelmemiş olandan, temsil edilende ve açıklamalarda mevcut olmayandan da düzenlenmeye başlanan” olumsuz karakteri ile tanımlanır ve psişe, “kapsüle edilmiş, birleştirilmiş ve cansız” kalmaya zorlanan “dönüştürülemeyen nesneleri” aktarır (s.. 23–29). Faimberg ve Kaes’in (1993) klasik çalışmalarının ardından konu hakkında diğer kıymetli detayları da okuruz (Odgen 1997; Herzog 1991, 2004, 2005; Bohleber,2007).
Ancak kuşaklararası bilinçdışı aktarım bizi neden ilgilendirir? Eva ve Kevin arasındaki anne çocuk ilişkisi gebelikteki ilk bilinçdışı fantezilerde ya da belki daha öncesinde mi şekillenmiştir? Burada Eva’nın hikâyesine bakmak için bir adım geri gitmeliyiz (Franklin hakkında ise daha az bilgimiz vardır). Eva bir Ermeni göçmendir ve onun mükemmel dâhil olmuş görüntüsünün altında, kendini bir şekilde farklı, yabancı ve evsiz hissedişi hiç sonlanmaz. Gerçek bir Amerikalı ile evliliğine (‘Bir Amerikalı ile evlendim.’), Birleşik Devletler’e gelmesine gıpta edildiğine vurgu yapar, ancak bunlar bir şekilde yalnızlık ve farklı olma duygularının yarattığı boşluğu doldurmaya yetmez ve katliamdan sonra kötü anne, dışlanmış ve topluluk tarafından reddedilen biri olmasıyla onaylanmaya duyduğu ihtiyaç tekrar ortaya çıkar. Filmde ve detaylı olarak kitapta, Eva’nın diğer komşularından ve etrafındakilerden kültürel zevkleri ve alışkanlıkları (Franklin onu ‘radikal çıtır’, tipik bir Avrupalı olarak adlandırır ve onun kırmızı şarap aşkına ya da banliyö yerine Tribeca’yı tercih etmesine katlanamaz), tarzı ve dünyayı algılayışı bakımından farklı olduğunu hissederiz. Bu yabancılaşma duygusu çiftin, Kevin’ın doğumundan sonra Manhattan ‘dan banliyöye taşınma kararı aldıklarında artar; bu karar daha sonra göreceğimiz üzere, Franklin’in ısrarlarına rağmen Eva’nın iyi bir ailenin nerede ve nasıl yaşayacağına dair konformist Amerikan alışkanlıklarına ulaşmak için duyduğu arzu ve topluluğa daha fazla ait hissedebilmek için taşıdığı ancak kendi ihtiyaçlarını da engellediği bir umuda ulaşmak için alınır.
Eva sadece bir ‘göçmen’ değildir, kendi babası da dâhil arkadaşlarının ve kendi milliyetinden olan bir buçuk milyon Ermeni’nin Türkler tarafından öldürüldüğü savaşta evini terk etmek üzere zorlanmıştır. Eva kendi içinde de bir katliam, bir kan banyosu taşır: tıpkı Kevin’ın gerçekleştireceği gibi. Herzog (2005): “Bir çocuğun zihni ebeveynlerinin gerçeğini ve neye karşı savaşmaları gerektiğini yansıtır şekilde gelişir. Sindirilmeden ve dönüştürülmeden kalanlar, sıklıkla yeni bir eyleme döküşün doğurgan malzemesi haline gelir.” diye yazar. Dahası, “travmanın aktarılması ve acı veren travma benliğin (self) yapısını zayıflatır, saldırganlığı düzenleme kapasitesini bozar ve çocuğun rol oynayabileceği şeyler haline gelir.” der. Herzog şunu da ekler: “eski bir deyiş şöyle der, bir kişi ancak bir çocuğun mutsuz olduğu kadar mutlu olabilir.” (s. 538–561).
Arjantinli ve Alman yazarlardan başka pek çok yazar da, hayatta kalanın yas tutmasını imkânsız hale getiren soykırım ve felaketler gibi ciddi kolektif travmalar ile bu travmalara ait zihinde bölünmüş ve sessiz şekilde kalan, günlük yaşamda eyleme döküldüğünde ya da analizde ortaya çıkabilecek, bütünlükten uzak, temel parçaları birbirini izleyen kuşaklara bilinçdışı aktarımı (Bleger, 1962) arasındaki ilişki hakkında çalışmalar yazmıştır. Bohleber, gelecek kuşakların daha önce gerçekleşememiş yası detaylandırmasını ve sonradan da olsa üzerinde çalışmasını gerektiren “geçmişin kolonileşmesi” hakkında konuşur (Bohleber, 2007); Kevin’ın katliamından sonra Eva’nın, kendi içinde ve Kevin ile, Franklin’e yazdığı hayali mektuplar vasıtasıyla (filmde flash-backler yoluyla) bu çalışmayı ortaya koyduğunu görürüz.
Ermeni Katliamı, “20 yy da travmatik olarak ayırt edici olan, insanların maruz kaldığı ve acı çektiği yok edici ve uç deneyimlerden” (Bohleber, 2007, s. 330) biri olarak görülebilir. Bu iletimin sonuçlarının pek çok faktöre bağlı olduğu kesinlikle varsayılabilir, ancak travmanın yoğunluğu ile alıcı nesne olarak ben’in gücü ve olgunluk düzeyi bunların başındadır. Yani kendimizi habis bir döngünün içinde buluruz; travma zayıf bir “ben”de daha fazla olur, ancak bu öylesine bilinçdışı bir iletimdir ki benlik (self) yapılanmasını bozar ve agresyonun dönüştürülmesini ya da oyunu kullanmayı etkisiz hale getirir. Gerçekte Kevin, bir çocuk olarak hiç oyun oynayamamaktadır, şiddet göstermediği zamanlarda kayıtısız/duygusuz kalır. Seneler boyunca cinayet işleme fantezisi kurduğunda, diğerlerini incittiğinde (çocuklar ve kız kardeşi gibi), insanları küçük düşürdüğünde (kendisini baştan çıkardığı gerekçesiyle itham ettiği öğretmeni gibi) ve eşyalara zarar verdiğinde (Eva’nın çalışması gibi) etkinleşen ve enerji dolan bir ergene dönüşür. Ona hayat ve heyecan veren tek şey zalimlik gibi görünmektedir.
Bu noktada Ogden’in (1997) sapkın kişinin ilk sahneyi içinde, steril ve ölü olarak bilinçdışında taşıyan bir özne olduğu, bunun da kişinin kaçınılmaz olarak yaşamsız ve “kaybedecek bir şey yok” olarak hissetmesine dönüştüğü şeklindeki hipotezini aydınlatıcı buluyorum: yaşama dönmesinin tek yolu, şiddetin ve sapkınlığın heyecanıdır. Francesconi (2009) ile birlikte ele alındığında bu bilinçdışı yapılanmanın bir ergenin katil olmasını anlamamıza yardımcı olabileceğine inanıyorum. Ogden’de şunu okuruz:
“Bu tip sapkın bir bireyde bir çeşit içsel ölülük, var olmakla ilgili bir eksiklik deneyimlenir; aynı anda da, yaşamın sadece anne babanın birleşmesinde (cinsel ya da cinsel olmayan) bulunduğu ve yaşamı ‘elde etmenin’ tek yolunun, dışlandığı ve yaşamsız bırakıldığı bu birleşmenin (yaşamın kaynağı) içine girmek olduğu şeklinde son derece sağlamca basitleştirilmiş savunmacı fanteziler geliştirirler…. Bireyler, ebeveynsel birleşmenin (kelimenin en geniş anlamıyla) boş bir etkinlik olduğunu düşlemler/deneyimler ve ilk sahnenin yaşamsızlığının da kendi içsel ölülüklerinin kaynağı olduğunu hayal ederler. Burada tartışılan türden bir sapkında karakteristik olan, hissedilen boşluğun zorlantılı erotize edilişidir… Bu erotizasyon ile ortaya çıkan coşku kişinin insansı canlılığının ikamesi olarak kullanılır. (Ogden, 1997, s. 99–100).
Gelecekteki katil ergen sadece “ateşe yakın uçtuğunda”, tehlikeye yol açtığında ve kendisini riskli durumlara soktuğunda, yani “bireyin psikolojik yaşamı bir şekilde zaten kayıp (hatta daha çok hiç olmamış) olduğu için” kaybedecek bir şeyi olmadığını hissettiğinde canlı hisseder. Ve işte “ ölü olarak deneyimlenen ilk sahneden yaşamı çıkarmanın sonsuz ve faydasız bir çabası” karşımızdadır (s. 100). Kevin ve Eva arasındaki yoğun ve ilkel ilişkide, karmaşık pek çok faktör rol oynar: bir katliamdan çıkmış ve onu yaşamış bir bireyin, kuşaklararası bilinçdışı travması bebekte bilinçdışı verimsiz birincil ölüm sahnesi fantezisini yaratır. Franklin’in de anne çocuk ikilisinin arasına girerek çocuğun kendini ayırmasına olanak veren, gelişimin belli bir noktasında “üçüncü” olabilmesindeki etkisizliğiyle, zayıf bir baba olarak rolünü vurgulamak önemlidir. Kevin ile bu ayrışma sadece olmuş görünmektedir. Franklin’in sevecen ve müşfik bir baba olduğu kesindir ancak Kevin’ın agresifliğiyle her zaman bir mazeret bularak, inceden gizli bir anlaşma içindedir. Franklin Eva’ya bağlıdır, aynı zamanda onun kültürel olarak çok farklı, çok öteki gördüğümüz kişiliğine ve geçmişine karşı düşmancadır. Aslında Kevin’a daha sonra silahı olan yay ve okları, Franklin’in Kevin’in agresyonunu kapsamaktaki beceriksizliğini temsil eder şekilde, oğluna “agresyonu” veren, hayatının geri kalanı boyunca eline koyan da Franklin’dir. Meottis’ler (1997) anneyi 'ölüm'ü –hem fiziksel hem de ruhsal anlamda ölümü- doğrudan çocuğunun içine koymasına zorlayabilen, agresyonu ikili ilişkinin dışına, bir üçüncüye aktarmanın olanaksızlığından bahseder.
Travma ruhsal yaşamda kendini tekrar etmekle yazgılıdır: Eva anne babasının arasında hiç sevgi görmemesine (‘Annemin babamı öptüğünü hiç görmedim. Görmeyi dilerdim.’) rağmen ve Kevin’in doğumuyla sonlanan cinsel birleşmesi sırasında bir tehlike duygusuna kapılır (Farnklin’e ‘dikkatli ol, tehlikeli olabilir’ der). Nihayetinde Eva bir kız çocuğunu sevebilir, bu birkaç yıl sonra Celia ile tatmin olan arzusudur. Sanki “Biz, bizden önce gelen başkalarının arzularından oluşuruz ”dur (Kaes, 1993). Kevin, filmde merkezi olarak genç Kevin’ın “bir şeye alışmış olman ondan hoşlandığın anlamına gelmez, sen bana alıştın” sözleri ile vurgulanan çatışmalı ve hayal kırıklığı yaşatan bir annesel arzu ile karşılaşır. Kevin’ın doğumundan sonra kısa süreli yaşadığı doğum sonrası depresyonu (kitapta filme göre daha iyi anlatılmıştır), acıyı ve ambivalansı[2] ifade etmek için ne çevre ne de çift tarafından toparlanmıştır, sonuçta bir girişimin semptomatik ifadesine dönüşmüştür.
Katliam (Perşembe)
Katliam tüm detayları ile ve büyük bir özenle hazırlanmıştır. Celia (daha önceki bir saldırısında ciddi bir şekilde gözünden yaraladığı) ve babasının icabına baktıktan sonra, Kevin yayı ile silahlanarak, okulun spor salonunda dokuz okul arkadaşını öldürmüştür. “Bir Katliam Sahnesi” diye yazar gazeteler ve toplumun tüm üyeleri ve belki de tüm ülkenin düşünceleri Denver’daki Columbine katliamına döner. Celia’nın öldürülmesi sürpriz değildir: kardeş rekabetinin üstünde ve ötesinde, Kevin anaokulundan itibaren tüm çocuklardan nefret etmiştir, lisede de tüm okul arkadaşlarından nefret etmektedir. Seçtiği dokuz çocuğun ortak özellikleri var gibi görünür: bir çeşit kusurlarının olması ya da bir şekilde mükemmel olmamalarına rağmen her biri herhangi bir erdeminden ötürü okuldan ödül almışlardır. Bir hapishane görüşmesinde Kevin Eva’ya ‘Onlardan hoşlanmıyordum’ der iğrenerek, ‘Sinirlerime dokunuyorlardı’. ‘Sen kimseden hoşlanmazsın’ olur Eva’nın yanıtı (s. 240).
Kevin, babası, Celia ve okul arkadaşlarından kurtularak kimi, neyi öldürür? Benliğin en zayıf halkası, kusurlu ve eksik olarak hissedilir ve diğerlerine yansıtılır; böylece tahammül edilmez ölçüde kusurlu olana dönüşen ötekiler ortadan kaldırılırsa, kendi eksiklerini ve mükemmel olmayışını da ortadan kaldırdığı şeklinde kendini avutabilir mi? Annesi ile özel ilişkisinde, diğer tüm çocuklar, kardeşi, babası gibi küçümsenen ve haset edilen nesneler olan, muhtemel rakiplerinden kurtulma girişiminde mi bulunmuştur? Aynı zamanda Kevin, Ogden’in bahsettiği, telafi edilemeyecek şekilde kayıp olarak hissedilen bir çeşit canlılık ilüzyonunun, erotize edilmiş tatminini aramaktadır. Bana göre Kevin, olağanüstü düzeydeki boşluk duygusunun farkındaydı (‘Ne kişiliği?’ diye cevap verir, onun kişiliğinden bahseden Eva’ya).
Hapishane ziyaretlerinin son sahnelerinde Eva tekrar, ikaz eden sadistik olayların sayısız anısına döner: diğer çocuklara karşı ciddi saldırıları, nesneleri tahrip edişi, oyun oynamayı reddedişi, muhalif kayıtsızlığı, Celia’nın gözüne verdiği zarar, öğretmenine verdiği hasar…. Sanki katliam tamamen öngörülebilir ve kaçınılmazdır.
‘Narsisistik kırılganlık’ olarak anılan öznenin belli bir formdaki nesneye ihtiyaç duyduğuna ilişkin ilginç bir çalışmada Kapsambelis (2011), öznenin ihtiyaç duyduğu kötü nesne, aynı zamanda belli özellikleri ve zenginlikleri elinde tutan bir nesne olarak değerlendirir; nesne iyi niteliklerini kaybetmemiştir, ancak özneyi reddetmiştir. Böylece, böylesine bir nesneyle karşılaşınca özne kıskanç ve öfkeli bir tutum sergiler, genelde bir nesnenin bu şekilde düşünülmesi tutulmamış bir söz olduğunun duygusuna dayanır (s. 1107).
Öfke, kıskançlık ve intikam ihtiyacı daha sonra nesnenin reddedildiği, nesnenin kötü oluşunu onaylayan habis bir döngü oluşturur. Ancak derindeki ihtiyaç, “onarım” ihtiyacıdır.
Filmde, sessiz ziyaretlerin akabinde geçekleşen birlikte olma ve samimi bir anlama girişiminin olduğu son ziyarette Eva ve Kevin arasındaki nihai diyalog, sonuç bölümünde de göreceğimiz gibi Kevin’da, Eva’da ve ikisinin ilişkisinde, bu onarım olasılığının bir işaretini verir.
Modern Kültürde Anneliğin İdealizasyonu ve Ambivalansın Yadsınması
Sonuçta, kendimize kültürün rolü nedir, sosyal etkiler ne kadar hesaba katılmalıdır ve bunların etkisi nedir diye sormalıyız. Pek çok ergen gibi, Kevin da belli bir imaj tapınmasının (“nasıl görünüyorsan öylesindir” bunlardan biridir) kurbanıdır ve bu tip bir kültürel güdü “mükemmel olmayanın katliamı”na katkı sağlayabilir.
Annelik üzerindeki sosyo kültürel baskılar kitapta da filmde de açığa çıkar. Fransız düşünür Elisabeth Badinter’ın (2010) yazdığı gibi, batılı toplumlarda en azından son yirmi senedir kadının rolünde, sanki kadın bir çeşit paradoksal gereksinimin içinde kilitlenmekle yükümlüymüş gibi temel bir gerileme görürüz: bir yanda tüm alanlarda (hem işte hem de hayatının diğer alanlarında) kendini gerçekleştirmek, diğer yanda mükemmel bir anne olmak… Badinter buna ilişkin geçerli bir okuma sunar: tek çocuğun sayıca üstünlüğü, sıklıkla yaşamın ilerleyen yıllarında sahip olunması, anneliği öne çıkarması, sanki arzulanan çocuk olmamıştır – seçilmiştir. Bu seçim bir paradoksa işaret eder, kadın doğurmayı seçtiği çocuğa karşı daha fazla görevi olduğunu bilinçdışı olarak hisseder, şöyle der gibidir: seçtiğime göre, şimdi başarısız olamam, kusurlu/eksik olamam. Seçim kendini gerçekleştirme projesinin bir parçasıdır ve her gebelikte, her doğumda var olan bir fizyolojik ambivalansın inkârı olarak sonuçlanan bunaltıcı bir sorumluluk verir. Bu “hayali aura” (s. 16) ile örtülü olarak, medya ve toplumun talepleri ile bombalanan annelik, bir kadın için kendini cezalandırma ve kendine saldırmak şeklinde acı dolu bir deneyime dönüşür. Gerçekten de Eva, Tribeca’daki sevgili dairesinden nefret ettiği bir eve (‘Bu evden nefret ettim.’), kendisini farklı ve düşmanca hissettiği bir sosyal topluluğa taşınmak için vazgeçmiş ancak bunu “çocuğun iyiliği için” kabul etmiştir. Çocuğa karşı ambivalans bu erken dönem işaretleri kocası, doktorlar ve toplumun belirgin ihtilafından oluşan birlik tarafından çoğunlukla inkâr edilmiştir. Anneliğin idealizasyonunun diğer tarafında bun benzer bir çocuğun idealizasyonu olduğunu düşünüyorum: mükemmel anne, kendisi de mükemmel olan ‘tahminen iyi’ çocuğa uygun olmalıdır. İnsan hayatındaki her duygunun ambivalansının inkârı için her türlü çabayı gerçekleştiren modern kültürde, Eva ve Kevin da anne-çocuk ilişkisinin kendisini içinde bulacağı karşılıklı tuzağın sembollerini temsil eder. “Anneye özgü olanın yücelmesinin kutlanması” (Badinter, s. 52) – ve bebeğe özgü olanı yüceltmeyi de ekleyebilirim – sıklıkla post modern adam ve kadınları, çoğunluğunu bu idealizasyona uymaya çalışan kadınların oluşturduğu ve kendi içsel dünyalarının karmaşıklığı ile iç içe geçen, suçluluk ve yetersizlik duygularını azdıran kolektifin baskılayıcı talepleriyle karşılaşmalarında yalnız bırakır.
Winnicott, analistin kendi duygularının sahiciliğinin ve bazen hastalarına karşı hissedebilecekleri nefretin farkında olmasına ilişkin ihtiyacı akıllıca vurgular (1949); aynı şekilde bir anne de “ hiçbir şey yapmadan bebeğinden nefret etmeyi tolere edebilmelidir… Anne ile ilgili en dikkat çekici şey, onun bebeği tarafından incitilmesi ve bundan ne kadar nefret etse de bunu çocuğa ödetmeme ve nihayetinde gelebilecek ya da gelmeyecek ödüller için bekleyebilme becerisidir” (s. 73). Bazı hastalarla gerçekten de çocuğunun doğmasını bekleyen ya da yeni doğan çocuğunun karşısındaki bir anne durumunda kalırız ve bu anne “bebeği ondan nefret etmeden önce ondan nefret eden ve bebeği, annesinin kendisinden nefret ettiğini bilmeyen” annedir (s. 72). Bazı psikotik hastalarla olduğu gibi, Kevin da annesinin “nesnel nefretini” duyma ihtiyacındadır, böylece kendisine yönelik nesnel bir sevginin var olduğuna, gerçek duyguların var olduğuna inanabilir: sadece nefret edildiği duygusunun deneyimlenmesinden sonra sevildiğine inanabilir. Sadece bu şekilde Kevin Eva’nın kendisini sevdiği gerçeğine inanabilir (‘bir şeye alışmış olman, onu sevdiğin anlamına gelmez; sen bana alıştın’). Tüm filmi Kevin’ın annesinin nefretini, bir gün sevilebileceğine inanmak için kışkırtma girişimleri olarak okuyabiliriz.
Bu ambivalans ve nefreti fark etmek, bunu çok derinlerinde her zaman hissetmiş olsa bile, Eva için zorlu bir yoldur. Çift değerliği inkâr etme ve bunu özellikle annelikle ilgili her şeyde (“kendi oğullarından ‘hoşlanmayan’ annelerden hoşlanmayız”) inkâr etme eğilimi olan modern kültürde, sosyal koşulların da bir rolü vardır: idealize edilmiş bir “her şeyiyle iyi anne” fantezisi, bugün “yeterince iyi anne”nin yerine geçmiştir.
Sonuçta, söylediğimiz gibi, gerçeğin parçaları görünür olmaya başlar. Korunmuş ve sonda ele alınmış hapishane itiraflarında, Eva sabırla, “gelebilecek ya da gelmeyecek ödülün” (Winnicott, s. 72) beklentisi olmadan, gerçek duyguların tanınması için, Kevin’a karşı hissettiği ve daha fazla tolere edilemeyecek olan “nesnel nefretini” fark edebilmesi için bir süreç elde eder. Olası otantikliğe bu erişim Kevin’ın büyüklenmeci fikirlerinin evreninin dağıldığı son sahnede ipuçlarını verir. Anlaşılan Kevin’da da Eva’nın deneyimine paralel bir durum oluşmuştur:
“On bir kişiyi öldürdün. Kocamı. Kızımı. Gözlerime bak ve nedenini söyle…”
“Bildiğimi düşünüyordum, şimdi emin değilim.”
“Teşekkür ederim.”
[Açıklamalar]
[1](ç.n.) Yazar “sonradanlık/sonradan” anlamına ulaşmak için ”apres-coup” terimini kullanmıştır. Psikanalitik literatürde bu terim ilk olarak “Nachträglichkeit” olan Almanca bir terim olarak karşımıza çıkar ve anlamsal olarak (1) geçmişin şimdiden bakılarak anlamlandırılması, (2) geçmişteki deneyimlerin şimdinin anlamını belirlemesi gibi çift yönlü bir ifade olarak tanımlanabilir. Fransızca olan “apres-coup” terimi ise geçmişin şimdiden bakılarak anlamlandırılması şeklinde tek yönlü bir ifadedir. Metnin akışına göre, Fransızca tanımlamanın kullanılmasının daha uygun olacağı düşünülmektedir. • Terimin Almanca, Fransızca ve İngilizce açıklamalarına ilişkin detaylı bilgi için Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2011 içinde, Gerhard Dahl’ın “Benlik Örgütlenmesinin Gelişiminde Nachträglichkeit’ın İki Zaman Yöneyi: Kavramın Adı Konulmamış Travma ve Kaygıların Simgeleştirilmesi Açısından Önemi” adlı makalesi okunabilir.
[2] (ç.n.) Orijinal metinde “ambivalence” kelimesi kullanılmaktadır. Kelime Türkçe’de ‘ikircikli’ olarak kullanılmakla beraber tam anlamı karşılamadığı, tam karşılığın ‘çift değerli’ ya da ‘iki uçlu’ olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte ‘ambivalans’ kelimesi Türkçe metinlerde de kullanıldığı ve özellikle psikanaliz okumaları yapanlarca sıkça karşılaşılan bir kavram olduğu düşünüldüğünden çeviride aslına sadık kalınacak ve ‘ambivalans’ kelimesi kullanılacaktır.
Kaynakça
Bandinter E (2010). Le conflit, la femme et la mere. Paris: Flammarion.
Bergeret J (1994). La violence et la vie. Paris: Payot et Rivages.
Bion WR (1962). Learning from experience. London: Heinemann.
Bleger J (1962). Simbiosis y ambiguedad: estudio psicoanalitico (Symbiosis and ambiguity, a psychoanalytic study. New York: Routledge, 2012)
Bohleber W (2007). Remembrance, trauma and collective memory. Int J Psychoanal 88:329–352.
Ferruta A (2010). Continuita e discontinuita nel narcisimo sano e patologico, presented at the Milan Center of Psychoanalysis
Francesconi M. (2009). Adolescenti: cultura del rischio ed etica dei limiti. Franco Angeli: Milano.
Freud S (1905). Three essays on the theory of sexuality. SE 4 Freud S (1920). Beyond the pleasure principle. SE 9
Freud S (1929). Civilisation and its discontents. SE 10.
Herzog JM (2005). Los Degradados: out, down, dead: Transmitted and inflicted trauma as encountered in the analysis of a 6-year-old girl. Int. J. Psychoanal 86:291–310.
Lichtemberg JD (1989). Psychoanalysis and motivation. Hillsdale, NJ
Kaes R (1993). Trasmission de la vie psychique entre les generations. Paris: Dunot.
Kapsambelis V (2001). La ‘fragilite narcissique’, une clinique contemporaine. Rev Franc de Psychoan 4:1097–1112.
Klein M (1957). Envy and gratitude. London: Tavistock.
Kohut H (1971). The analysis of the Self. New York, NY: International UP.
Kohut H (1977). The restoration of the Self. New York, NY: International UP.
Meotti A e F. (1997). Da una generazione all’altra: scissione e integrazione nel campo multi generazionale, presented at the Milan Center of Psychoanalisis
Ogden T (1997). Reverie and interpretation. Sensing something human. Jason Aronson Inc.
Winnicott D (1949). Hate in the countertransference. Int J Psychoanal 30:69–74.
Winnicott D (1971). Playing and reality. London: Routledge.
Orijinal Metin: VALDRE, Rossella; “We need to talk about Kevin”: an unusual, unconventional film - Some reflections on ‘bad boys’, between transgenerational projections and socio-cultural influences (The International Journal of Psychoanalysis, Int J Psychoanal (2014) 95:149–159 / doi: 10.1111/1745-8315.12188)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder