Uzun zamandır içimde dolaşan
kelimeler ve cümlelerle ne yapabileceğimi anlamaya çalışıyorum. Tabi bu biraz
paradoksal görünüyor: psikanalizden biliyoruz ki dile gelmeyen her şey daha
sonrasında ruhsal, zihinsel ya da bedensel bir soruna dönüşüyor ve yine de
bunları kime söylemeli, nasıl söylemeli ve söylemin bir değeri var mı gibi
sorular da bu sözelleştirmeyi daha da zorlaştırıyor. Dolayısıyla bu yazıyı
kaleme alırken, içimdekileri dışarıya yansıtırken belli soru(n)lar da
beraberinde geliyor… Mesela söyleyeceklerimin anlamı var mı, bu anlam kimin
için? Kendi kendime konuşmak gibi mi düşünmeliyim yoksa belki benzer hislere
sahip kişiler için kendi kelimeleri ve cümlelerini bulmalarında bir araç olur
mu? Yeni bir şey söylüyor muyum –ki bu çok kritik bir konu çünkü daha önce
söylenmiş bir şeyi tekrar söyleyeceksem bu neye yarayacak ya da farklı bir şey
söyleme şansım varsa bu ne kadar kabul görecek ve anlaşılacak? Peki bu kimin
sorunu J?
Yani gören gözlerin, okuyan “ötekilerin”
onaylaması için mi yazıyorum, yani bu bir ruhsal mastürbasyon mu yoksa
yine başa dönecek olursak –ki bunu sık yapacak gibiyim- kendi kendime
konuşmanın bir yolu olarak ama daha dışarıya dönük bir yolu olarak mı
gerçekleşecek bu süreç?
Evet, gördüğünüz gibi bir yazı
yazmak sadece “bir yazı yazmak” değil benim için; yanında kendime dair sorular
sormaya devam ettiğim ve kendimi, ilişki kurma şeklimi anlamaya çalıştığım bir
deneyim de… Ve okuyucuya da “o zaman bu son derece öznel alana niye gireyim
ki?” diye sorma hakkı veriyor.
Gelelim ikinci bir güçlüğe: bu
yazının başlığı ne olacak? Her yazı yazma girişimi bir başlıklandırma süreci de
gerektiriyor. Ve bu başlık öyle bir başlık olmalı ki okuyucusu için “anlatılan
ne acaba?” merakı uyandırsın, yenilik ya da özdeşlik hissi versin ama alışıldık
ve klişe olmasın, yazının içerdiği her şeye temas etsin ama bir taraftan da her
şeyi, tabiri caizse kusar gibi ortaya dökmesin ve en önemlisi anlaşılır olsun…
Böyle “ideal” bir başlık bulmak çok zor olduğu için her zaman yaptığımı yapıp,
yeterince iyi bir başlık seçmeye karar verdim ve bu da takdir edersiniz ki
“bana göre yeterince iyi” olan. Şimdi başlığa baktığımda baştan beri kendi
endişelerimi aktarma şeklimle sanırım iyi de bir giriş yapmış oldum J.
Her şeyden önce bu “pandemi” ile
karşılaşma deneyiminin çok öznel olduğunu söyleyerek başlamakta yarar
görüyorum. İstisnasız her birey, ortaklaşa yaşamsal bir dış tehdide karşı
benzer gibi görünen tepkiler vermiş olsa da bu tepkilerin ortaya konma/konmama
şekli, iç dünyalarında vuku bulma şekli, bunun algısal gerçekliklerine ve tabi
dış dünya ile ilişkilerine etkisi çok farklı oldu. Benzerliklerimizi konuşmak
tabi ki rahatlatıcı bir etkiye sahip ve yalnız olmadığımız, bu deliliğin sadece
bize özgü olmadığı duygusunu besliyor. Ancak gerçek şu ki detaylara indiğimizde
hepimiz farklı sebeplerle ortalama benzer tepkiler verdiğimizi keşfediyoruz ve
ya bu farklılıklar bizde yine “delilik endişesini” tetikleyeceğinden hiç
konuşmuyoruz bile.
Ruhsallık üzerine çalışan biri
olarak bu süreç benim için de herkesinkine benzer görünen, biricik bir şekilde
ilerliyor. Gördüğünüz gibi “geçti” demiyorum; bunu tehdidin dış dünyadaki
gerçekliğini kaybedip kaybetmemesinden bağımsız olarak bu şekliyle ele almayı
tercih ediyorum. Tehdit ortadan kalksa bile benim içimde başlattığı ve işlemeye
devam eden çark, onunla birlikte yok olmayacak çünkü, bunu kemiklerimde
hissediyorum. Hala yüksek işlevsel bir şekilde var olmaya çalışıyorum. Sürecin
başındaki büyük belirsizlik beni de son derece korkuttu, hala belirsizliğini de
koruyor üstelik. Yüksek işlevselden kastım “dünyevi” işlerimin hiçbirine ara
vermiş değilim, hala danışanlarımı görüyorum, evimi temizliyor, kedilerimle
vakit geçiriyor, kendi bireysel terapime devam ediyorum. Tabii ki bu işlerle
geçirdiğim zaman çok değişti ve bunlarla uğraşma şeklim de ama yapmaya devam
ediyorum. Bu benim dış dünyada yaşayan parçam, personam, maskem ya da herkesin
“Beyhan” olarak bildiği tarafım ve bu tarafımda hala çok hoşuma giden şeyler
var.
Danışanlarım ve onlarla
ilişkilerim değişti demiş miydim? Mesela ilk iki hafta danışanlarımdan çoğu
sürecin sadece geçici bir zaman dilimini kaplayacağını düşündüğü için
seanslarını iptal etti; haklı ve makul bir hareket gibi görünüyor. Ancak büyük
bir ağırlığı oluşturan çocuk ve ergen danışanlarım henüz tekrar başlamış
değiller. Mesela pek çok arkadaşım çocuklarla seanslarını sürdürmeye devam etti
ya da nasıl yapabileceğini öğrenmenin yolunu buldu. Oysa bu konuda ben bir
karar verdim ve buna sonra döneceğim… Yetişkinler teker teker başladı, hala
hepsi ile kontağım yok. Ancak süreçlerine geri dönen danışanlarım ve onlarla
kurduğum ilişki de başka bir zemine kaydı. Daha önce hiç yüz yüze tanışmadığım
insanlar ile terapötik bir sürece girmemiştim, bunu deneyimledim mesela. Benim
için büyük bir adım oldu çünkü böyle başlamış bir ilişkide kendimi göremiyordum
ve becerimin ketleneceğinden de neredeyse emindim; aksamalar hissetsem de
korktuğum kadar olmadığını keşfettim.
Bunu niye uzun uzun anlatıyorum?
Yani sonuçta bunu merak ediyor değilsinizdir, şu an bu yazıyı okuyorsanız en
fazla maruz kalıyorsunuz diyebiliriz J.
Açıklamak için bir girişimde bulunacağım ve bunun için devam eden
danışanlarımla sürdürdüğüm süreçten bahsedeceğim. Danışanlarımın çoğuyla
terapötik ittifakımızda çeşitli şekillerde ortaya koyduğumuz sorunsallar olur,
zaten yaptığımız iş de bunun üzerine bina edilir. Bu sorunsallar ile nasıl baş
ettikleri ya da edemedikleri, nasıl yüzleştikleri ya da nasıl kaçtıklarına
bağlı olarak süreç devam eder. Belli yerlerde kullandığımız söylem analizleri,
yansıtma ve yorumlar ile kişilerin kendi algısal gerçekliklerinin dış dünya ile
ilişkilerini nasıl “düzenlediğini” tartışırız. İç görüsü çok yüksek, çok zeki
ve hatta kendini buna çok adamış danışanlarımız bile bazen olan bitende ve bu
olan bitenin bugünlerini şekillendirme şeklinde kendi sorumluluklarını
üstlenmekte zorlanırlar; bu normaldir de, insanız sonuçta. Ancak bu süreçte
ilginç bir şeyler oluyor; sanırım hepimiz kendimizi, kendimizden
kaçamayacağımız o yerde bulduk. Tabii ki bunu yapmayı başaran hala çok kimse var,
ancak galiba terapötik bir sürecin içinde olanlar adım adım işlenmiş bu zemin
taşlarının üzerine basmadan yürüyemeyeceklerini fark ediyorlar. Bu bir talih mi
talihsizlik mi tartışılır, ancak kesin olan şey artık bunlarla karşılaşmanın
kaçınılmaz oluşu. Bizim işlevimiz değişmiyor, hala aynı yerde duruyoruz. Kendi
melek ve şeytanları ile karşılaşan insanlara, onların yanlarında olduğumuzu ve
bunu anlamak için birlikte düşünebileceğimizi söylüyor, eşlik ediyoruz. Bazen
kendimi sürecin anormalliği üzerinden danışanlarıma ani ve keskin kararlar
vermemelerini söylerken buluyorum ya da daha önce hep bildikleri ve
karşılaştıkları zaman bildiklerinden daha fazla acı veren durumlarda, içinde
kalarak ne olduğunu anlamanın önemli olduğunu söylerken. Bunu yaparken de
kendime sormaktan kaçamadığım bir soru oluyor; kendi melek ve şeytanları ile
halleşmeye çalışan biri olarak ben, söylediklerimin ne kadarını aslında kendime
söylüyorum?
Mesleğimi sürdürürken,
destek/yardım sürecini yürütmeye çalışırken sürekli karşılaştığım bir sınır
var. Pandemi sürecinden önce bu çok farkında olduğum ancak adını kendi içimden
yükselen bir ses yerine kavramlarla (bkz. Aktarım/Karşıaktarım) açıklamaya çalıştığım
bir şeydi. Şimdi durup düşündüğümde bu sınıra “insan olmak” demek uygun geliyor.
İnsan olmak, diğer öznel deneyimlerle kendimizi sınadığımız bir sınır deneyimi.
Benim içimde olan bitenden karşımdakini sorumlu tutamadığım, ona kendi
anlamlarımı yükleme çabamın hayal kırıklığından –ve ardından gelen diğer
olumsuz duygulardan- başka bir şey getirmediği, sadece ona özgü olanı anlamakta
hep zorluk yaşayacağım gerçeğini sürekli bana hatırlatan bir sınır. Küresel
tehdit bireysel kaygılara ne yaptı diye sorduğumda aklımda bir sürü cevap
beliriyor. Mesela pek çok insanın diğer kaygılarla baş ettiği gibi, bu süreçte
de benzer bir baş etme şeklini sürdürdüğünü gözlemliyorum. Farklar var tabi ki,
artık kızdığımız şey ortak bir büyük “kötü öteki”; hastalık, devlet
kaynaklarının kısıtlılığı, sürecin iyi yönetilmeyişi vb. Eskiden kaygı veren
“yaşam standardımıza” ilişkin konular gerçeklikle buluştu mesela; para
kazanmak, fatura ödemek, eğitime erişmek, sağlığı sürdürmek daha çok öne çıktı.
Standardımız dediğimiz şey gerçekten “yaşamımıza” ilişkin bir kaygıya evrildi. Fakat
bu kaygılarla baş etmek için hala aynı şeyleri yapıyoruz; kendimizle ilgili
düşünmemek için kaçtığımız başka düşünecek şeyler hala tüm şiddetiyle devam
ediyor. Çocuğumuzu etkinliklere nasıl yetiştireceğimizle ilgili kaygılanırken
şimdilerde eğitimin yetersizliğinden kaygılanıyoruz. Onlara yeteri kadar vakit
ayıramadığımızdan kaygılanırken şimdilerde zamanını nasıl dolduracağımız ve
kendi üzerimizdeki yükünü hafifletmenin zorluklarından kaygılanıyoruz. O kadar
“çalışmaya”, “üretmeye”, “fark yaratmaya”, “işlev göstermeye” alıştığımız koşturmalı
bir hayatın içinden çıkıp, yetersizliğimizi, üretemememizi, fark yaratamamamızı
ve daha kötüsü bu tatlı “tatil” piyangosunu daha önceleri “vaktim olsa bunları
yapardım” dediğimiz hiçbir şeyi yapamadığımızı gördüğümüz için kaygılanıyoruz.
Birilerinin bize sürekli neleri yapabileceğimizi, nasıl yapabileceğimizi,
yapamadığımızda a, b, c planlarıyla bu “engelin” hakkından nasıl geleceğimizi
söylemesini istiyoruz. Bize ne olduğunu düşünmemek için, tıpkı pandemi
sürecinde ve onun olmadığı önceki zamanlarda olduğu gibi ve hatta daha kötüsü ondan
sonraki hayatımızda olacağı gibi –kuvvetle muhtemel- kaçacağımız etkinlikler,
yapacağımız işler, yolunda gitmeyen ve/ya yoluna sokulması gereken şeyler,
boşluksuz koşturmalı bir hayatı sürdür –üyoruz/-eceğiz… hep yetişmemiz gereken
işler, üretmemiz gereken projeler, halletmemiz gereken sorunlar ve doldurmamız
gereken zamanlar olmaya devam edecek. Bu arada şunu söylemiyorum tabi, “hiçbir
şey yapmayın!”. Kendimden biliyorum, dış gerçeklik öyle ya da böyle kendini dayatıyor
J. Yapmanız gereken bir
şey varsa, öyle ya da böyle “yapmanız gerekiyor”. Daha çok şöyle diyorum:
“gerçekten ne kadarını yapmanız gerekiyor?” ve “gerçekten yapmanız gerekmeyen
şeyleri yapmak için içine düştüğünüz bu ısrarlı telaş, aslıda yapmanızın/düşünmenizin
daha elzem olduğu neyden alıkoymak için kullandığınız tampon bölgeler”.
İnsan olma sınırına ilişkin
radarım burada devreye giriyor benim; benden böyle bir şey talep edildiğinde,
yani “yapılması gerekenlerle” ilgili “engelleri” ortadan kaldırmak için yardım,
a-b-c…. planları için yönlendirmeler, “üretememenin acısına katlanmak” için baş
etme stratejileri, durup düşünüyorum. Şu an nasıl bir acıya, engellenmişliğe,
kızgınlığa, hayal kırıklığına, endişeye panzehir olmak için “bu” talep ediliyor
benden? Gerçekten yapılması gerekenlerle, kaçış rotaları olanları nasıl ayırt
edeceğiz? Bunu ben mi belirleyeceğim, yok öyle değilse ben kendi ruhsallığımın
ürettiği bu düşünme biçimini de dayatmadan danışanıma nasıl yardım edeceğim?
Aynı “delirme kaygılarını” yaşarken karşımdakinin sınırına dayandığımı nasıl
anlayacağım? Kendi acılarımla temas etmeyi sürdürürken, onun acılarına nasıl
katlanacağım; yani ben de onun gibi kaçmak için içimde yoğun bir arzu duyarken,
onun için bunun anlamının kaçmak olduğu o yerde nasıl kalacağım? Ve bütün
bunlar nasıl sakince, kırıp dökmeden, insan olma sınırı ihlal edilmeden ve yine
de “yeterince iyi” şekilde ortaya konacak, ki beraber üzerine düşünebilelim?
Bunlar üzerine düşünmeye devam
diyorum, henüz “bu iyidir” diye kendimi konforlu hissettiğim o yeri bulabilmiş
değilim. Hala arıyorum ve zaten belki her bireyle, aynı bireyle zaman içinde
değişen bir şey olduğunu düşünmek –benim de zaman içinde değişkenlik
gösterdiğimi düşünürsek- daha uygundur.
Ya da belki bu da benim kaçış rotam J.
Ama aklıma hep bir benzetme geliyor ve şimdi sizinle paylaşacağım; belki bu
sayede bu benzetmenin işlevselliğini de tartışmak için bir alan yaratabilir,
başka bir noktadan bakmamı sağlayacak farklı fikirlerle karşılaşabilirim. Ben
insanı ve insan yaşamını suluboya resim yapmak gibi düşününce kendimi durdurmam
kolay oluyor. Suluboya teknik olarak diğer sanat malzemelerine benzemez. Riski
daha fazladır, geri dönüşü çok zordur. Kullanılan kağıt, boyanın kalitesi,
fırçanın türü, kullandığınız suyun miktarı ya da temiz olup olmaması çok şeyi
değiştirir. İkinci defa aynı rengi bulma ihtimaliniz neredeyse imkansızdır.
Birebir replikası yapılamaz, nüans farkları kaçınılmazdır. Opak renkler varsa
da çoğunlukla transparandır; altındakini görürsünüz. Yani iki farklı renk üst
üste geldiğinde mutlaka başka bir renk oluşur ve her iki rengi de hissetmeye
devam ederisiniz, biri diğerini alıp götürmez, üstünü örtemez. Diğer malzemeler
kolaylıkla entegre edilebilir; kalemler, akrilik, yağlı boya, pasteller,
yapıştırıcılar ve hatta tuz, şeker, aseton, alkol vs… aklınıza ne gelirse. Ve
her biri farklı bir doku ve efekte neden olur, etkileri çok ilginç sonuçlara
götürür. Bazıları temkinlidir, çizmek istedikleri şeyi bilirler ve hatta bunun
için bir örnekleri de vardır, tekniğe son derece bağlı ve titiz çalışırlar.
Ancak küçük hatalar katlanılmaz olur; yeni baştan, yeni baştan başlanır durur.
Bazıları bu riski hiç almak istemez, kapatıcılığı yüksek ya da silinebilir,
düzeltilebilir malzemeler kullanır (yağlı boya, pastel ve kalem vs..). Ancak
dış koşullar bunların üzerinde olumsuz etkiler yaratır; boya çatlayabilir,
solabilir, bir kazıma darbesi ile zemin görünebilir, bu yüzden çok dikkatli
olmak gerekir. Bazıları suluboyayı elinden geldiğince iyi yapmaya çalışır,
denemeler yapar, bazen renklerin tonunu tutturamaz, bazen bunu başka bir şeye
dönüştürür, bazen orada yapamadığı o şeyle kalır ve sürekli daha iyisi nasıl
olurdu kurgusal, hayali çözümler üretmenin peşine düşer. Bazıları çok risk
alır, her şeyi dener. Bunlar da bir yelpaze içinde gösterir kendini; deneysel
çalışmalarından sonuç ne olursa olsun memnun olanlar ile sonuçlardan nefret
ettikleri gibi istedikleri sonucu alamamanın sorumlusu olarak hep başka bir
şeyi görenlerin iki ucu oluşturduğu bir yelpaze. Bazıları aynı koşullarda
başlar; aynı kağıt, boya, su, fırçalar. Ancak siyaha boyadıkları lokasyon,
alan, rengin yoğunluğu farklı olur; biri siyahın üzerine yıldızlar çizerken
diğeri resmin tamamını farklı yaratsa da sadece siyahı görür. Ve insan olma tüm
bu olanlara, olduğu haliyle, birini diğerinden üstün, farklı, önemli ve anlamlı
olarak değerlendirmeden aynı mesafede kalabilmek gibidir. Orada kendi tarzınız
hakkında düşünmek, diğerlerinin tarzları hakkında düşünebilmelerine –tabi eğer
istiyorlarsa- destek olmak gibidir. Kendi suluboya resminizle ilgili
tercihleriniz hakkında düşünmek ve diğerlerinin istiyorlarsa hep aynı şeyi
yapmalarına müdahalesiz, serzenişsiz, kalbinizin kapılarını sonuna kadar açarak
kalabilmek gibidir. Yani eseri, ortaya çıkış sürecini, alternatiflerini,
düzeltme olanaklarını ve başka nasıl yaparsa istedikleri sonuca ulaşacaklarını,
güzel olup olmadığını, sizde yarattığı duyguyu konuşmak ve yorum yapmak
kolaydır. Ancak yaratım hakkında düşünmek isteyen ile orada, onun kendi
yaratımının ve bunu gerçekleştirme sürecinin sınırında öylece kalmak ve kişi
bunun hakkında konuşmak istediği zamana kadar bekleyerek, “böyle yapsaydın”
demeden onunla kalabilmek zordur.
Küresel tehditler, bireysel
kaygılara ne yaptı? Bunu söylemek zor, herkes kendi resmini yapmaya devam
ediyor ve üstelik herkes suluboya kullanmıyor, kullansa da aynı şeyi yapmıyor.
Kesin olan şey hala resim yapmaya devam ediyorlar. Bazıları resimleri hakkında
düşünürken bazıları sadece “yapmaya” kaptırmış durumdalar. Ve bizler de en iyi
resmi nasıl yapacaklarını, neden o resmi yapamıyor olduklarını, o resimle ne
yapacaklarını anlatıp duruyoruz. Bunu kendimiz için mi onlar için mi yapıyoruz
bilmiyorum.
Benim bireysel kaygılarıma ne
yaptı diye düşündüğümde bazılarını anlamamı, neyin ikamesi olduğunu görmemi,
dönüştürmemi ve üzerinde düşünebilmemi sağladı. Bazılarının gerçekten
kaygılanılması gereken şeyler olduğunu ve bunlarla ne yapmak istediğim üzerine
düşünmeme yardımcı oldu. Bazılarının hala nereye temas ettiğini anlamadığım,
farkında olduğum ve olmadığım kaçışlarımın sınırında, bunlarla henüz bir şey
yapmaya hazır olmadığım gerçeği ile sabırla beklemem, belirsizliğe katlanmam ve
sürprizlere yüreğimi açmam gerektiğini hatırlattı. Ama resim yapmayı bırakmama
ya da suluboyanın olanaklarını kullanmaktan vaz geçmeme neden olmadı. Mesela
daha önce çocuklarla online çalışmama kararı aldığımı söylemiştim. Henüz neden
bu kadar kaygılandığımı anlamasam da bunun benim için endişe verici olduğunu
kabul ettim. Bir ekran aracılığı ile hem sanki bir çocuğun kişisel alanına
girerek sınırlarını onun bile arzu etmeyeceği şekilde ihlal edeceğim ya da
zaten kopup gideceğim ve onu ruhsal olarak tutamayacağım, dolayısıyla yarardan
çok zarar vereceğimden endişelendiğimi ve ya ebeveynlerin terapötik sınırları
ihlal edeceğine inandığımı fark ettim. Bunlar gerçeklikle bağlantısı olan
endişeler olabilir ancak meslektaşlarımın pek çoğu bunlarla baş edebildiğine
göre bu kaygıların benle de çok ilgisi var. Ve zamanı gelince bunlarla ilgili
bir şeyleri kendime söyleyebilir olmayı umuyorum. Evet, umuyorum sadece. Çünkü
bazı sınırların hep olacağını da anlamaya başladım. Zihinsel olarak zaten
bildiğim ve sürekli bir marş gibi tekrarladığım “bir şeyler eksik kalacak ve
bir şeyleri bilemeyeceğiz, belirsiz olacak” cümlesi, ruhsal olarak çiğneyebildiğim
bir şeye dönüştü ve henüz tam olarak sindirmeye hazır olduğumdan emin değilim J.
Şimdi bütün bunların üzerine size
de “hadi benim gibi yapın” dememi bekliyor olabilirsiniz. Dememek için elimden
geleni yapacağım… Ama insan olduğumuzu unutmamamız gerektiğini ve bunun bizim
hem lanetimiz hem de lütfumuz olan bir sınır oluşturduğunu söyleyebilirim. Ve
resminizi hangi malzemeyle yapmış olursanız olun, ona sahip çıkmak ve onun
üzerine düşünmek için pandemi sürecinin bir fırsat olduğuna inandığımı da… Bu
çok duyduğunuz, katılmadığınız ve kızdığınız bir cümle olabilir; bir sürü ölüme
neden olmuş, bu kadar kaygı yaratan bir kriz nasıl fırsat olarak düşünülebilir
ki diyebilirsiniz. Bu noktadan hareketle ben de bunun bir fırsat olduğunda
ısrar edebilirim; ölüm fikri, nihai sınıra yakın olduğumuzu hissettirdiği ve
onu hatırlattığı için kendi aslımıza en yakın olduğumuz zamanlar gibi geliyor
bana. Sanki bu yakınlık es geçilirse kendimizi tanıma fırsatından da mahrum
kalacakmışız gibi…
Son sözler… Yazımı bu noktaya
kadar okuyup, bireysel sürecime, ruhumun içinden kopup gelenlere, zihnimin
karanlık odalarına tanıklık ettiğiniz ve bana eşlik ettiğiniz için çok teşekkür
ederim. İnsan olmak, insan olmaya tanıklık etmek bana her gün ilham veriyor.
Umarım ben de size bu yazı yoluyla ilham verebilmişimdir…
Sevgiyle, sağlıkla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder