10 Ocak 2016 Pazar

Cansızlaştırma, İzolasyon (Ice-olation/Buzlaştırma) ve Sıfır Derecenin Prensesleri – Disney’in FROZEN Çizgi Filmi…


(Donmuş Çocuklar: Rod Tweedy, Modern Disney’in patolojisini tartışıyor… )

Frozen, bütçe değeri animasyon filmler içinde tüm zamanların en iyisi ve diğer türler içinde ise beşincisi olan bir filmdir. (1.3 milyar ABD doları, dünya çapındaki gişe hasılatı). 375 milyon genç, YouTube’da bulunan filmin hit parçası olan “Let it Go” yu görüntüledi ve şarkıya eşlik ederek söyledi; tıpkı Dorian Lynskey’in dediği gibi “bir neslin hayal gücünü şekillendirdi”. Işıltısının ve yüzeysel görüntüsünün ötesinde filmle ilgili bir şeyler çocuklar ve gençlerde güçlü bir şekilde açıkça yankılandı. Bence bunun sırrı – ve bunun çekiciliğinin özünde olan şey – filmin hem ele aldığı hem de güçlendirdiği,  çocukluktaki öfke, ‘buz-laşma/ice-olation‘, içsel cansızlaştırma ve kendi içine hapsolma gibi temaları ortaya koyma potansiyeliydi.

Filmi daha önce göremeyenler için filmin hikayesi iki kız kardeş arasındaki (bu Disney olduğundan, kimin prenses olacağını da içeren) çatışmalı ve değişken dinamiklerin etrafında döner. Büyük olan, Elsa, Midas benzeri (Stephen King’in enerji dolu telekinezi “sihirli” gücüne sahip Carrie karakteriyle benzeşen şeklide,  kendini tehdit edilmiş ya da öfkeli hissettiğinde tetiklenen) elinin dokunduğu ya da işaret ettiği her şeyi buza çevirme gücünün etkisi altındadır.

Lynskey’in gözlemlediği gibi Elsa’nın süper güçleri X-Men ya da Spiderman’de olduğu gibi  süper güçlerin ergenlik için kullanılması gibi bir metaforu yansıtır – çünkü hem güçlendirmektedirler hem de gerçekten işkence etmektedirler. Ergenlikle ilgili benzer konular ile erinlik sırasında ortaya çıkan tanıdık olmayan ve güçlü beceriler, günümüzün sinemasının benzer “sihirli” güçlerini acı çekerek yönetmeye çalışan çocuk takıntısı şeklinde geniş çaplı olarak ortaya dökülmektedir.  

Frozen modern çocukluk ve aile dinamiklerinin hem nedenlerini hem de sonuçlarını ustaca incelemektedir. Serseri bir buz saçağı kız kardeşi Anna için neredeyse öldürücü hale geldiğinde, örneğin, Elsa’nın endişeli ebevynleri üzerine titredikleri küçük prenseslerini, tipik sol beyin karar mekanizmalı ebeveynlikleri ile – üstünü ört ve hissetme -, toplumunun bile uzağına görndermeye karar verirler (“onun insanlarla temasını sınırlayacağız”). Bu sorunlu süper-egosal önerme daha sonra film boyunca sergilenen duygusal işlevsizliğin yüreğine dokunur: çocukları izole eden, duygulanımları kapatan, empatik ve ilişkisel olan sağ beyni devre dışı bırakan ve tüm ötekileri de engelleyip dışarıda bırakan bir dünya… Bu içsel süreç filmin görselinde sonu gelmeyen sıralı açılmamış kapılar ya da çarparak kapatılan kapılar olarak ve tabi ki sapkın ve sürekli taciz eden kar fırtınası dünyası ve zorlaştıran, dondurucu buz ile tarif edilir ki bu da duyguların, duygusal sıcaklığın ve insanca bi ilişkinin o ortamda yokluğu ile ilişkilidir. Disney’de genellikle olduğu gibi, sonrasında ebeveyler “ölür”  (protogonistin gerçek ebeveynlerinin yokluğu- Bambi ve Pinokyo’dan Peter Pan ve Aslan Kral’a – “aile dostu” bir imaj sergilemek konusunda takıntılı olan stüdyonun merak uyandıran bir özelliğidir) ve ana karakterler de bundan dolayı “gerçek sevgi” deneyimiyle kurtarılana dek çabalarlar.  Şimdilik, çok Disneyvari….

Frozen’da merkezi metaforun ardında yatan parçalara ayrılma ve sosyal/duygusal işlev bozukluklarının tasviri ele geçirici ve kaplayıcı olması dolayısıyla, filmin sadece Disney’in çok temel anlatımını ciddi biçimde zedelemekle kalmayarak aynı zamanda süreç içinde pek çok mit ve mitik sembolle de mücadele edişi haricinde…Mesela erkek karakterler aslında yan rollere sürülmüştür ve neredeyse gülünç bir şekilde (her anlamda) sunulmuşlardır; Disney’in her zamanki “zalimi” geç ortaya çıkar ve daha çok kendi kendine çözümlenmiş bir sorun olur; hikayede hatırı sayılır sayıda feminist bileşen ve  düğüm vardır (temel ilişki bir kız ve bir erkek arasında değil, iki kız arasındadır); ve aslında özgürlük marşı olan “Let It Go” da, “ortaya çıkmanın” zafer ve şükran şarkısı olarak okunur.

Daha ilginç ve zorlayıcı olansa filmin çocukluk öfkesi ve yalıtılmışlığının bir anlatımı olmasıdır. “Yalıtılmışlık” (isolation) filmde anahtar kavramdır  Idina Menzel – hit şarkısı olan “Let It Go” da heyecanı körükleyen bir etki yaratmak için (“bir yalıtılmışlık krallığı, ve anlaşılan ben de kraliçeyim”) kullanılmış –, içsel ve dışsal duygusal manzaraların arasındaki derin bağlantıyı güçlendirmek için  “yalıtılmışlık – isolation” kelimesinin ilk hecesinde bir kalp atışı için sıradışı bir duraklama bırakır. Elsa için nihayetinde bu içsel öfkesine ses vermiş olmak ve senelerce etrafındaki herşeyi hareketleriyle tahrip eden ne ifade edebilmesinin ne de taşıyabilmesinin olanaksız olduğu bu durum ayn zamanda hem özgürleştirici hem de zehirleyicidir.  

“İçeri girmelerine, görmelerine izin verme, (Don’t let them in, don’t let them see)

Her zaman olman gereken iyi kız ol, (Be the good girl you always have to be)

Üzerini ört, hisetme, bilmelerine izin verme (Conceal, don’t feel, don’t let them know)

-       İyi de, şimdi biliyorlar!            (– Well, now they know!)

“Let it go”, onun soğuk dolabından çıktığı andır – ergenin kendini-güçlendirme marşı, eşit derecede kendini yaralama ve narsisizmin şükran ve zafer şarkısı; (Elsa) içeri girer ve kendisi için bütünüyle çekingen ve ayrık bir dünya yaratır – tüm bağlamlardan, aileden, toplumdan ve kendi hayatından planlı bir şekilde çıkarılarak edindiği bir dünya. Bu, şarkının kutladığı şeydir. Elsa kendini kıstırdığı yerinden edilmişlikte akıl karıştırıcı özgürlüğünü  ilan eder: “evet yalnızım , ama yalnız ve özgürüm” .  Pek çok yorumcu bu hasılat rekortmeni şarkıyı kadını güçlendirmenin basit ve sorunsuz bir marşı olarak görür, ancak şarkı bundan fazlasıdır – ve bundan daha ilginçtir. Elsa yüreğinden geçenleri ilgisiz ve soğuk bir dağın omuzunda, uzak ve diğerlerini dışarıda tutan buzdan yapılmış bir kraliyet sarayının ortasında söylerken, biz aslında onun  tüm güce sahip olduğunu ve birini “güçlendirmenin” dünyada bir kapıyı çarpıp çıktıktan sonra aslında kendisinin dışarıda bıraklıdığını anlaması olduğunu fark ederiz. “Yalnız – nerede aslında olduğum kişi olabilirim”: Elsa’nın bağımsızlığın erdemi hakkındaki görüşü, Olaf’ın yaz hakkındaki görüşü kadar gerçekçidir.  Şarkı kurtarılmak konusunda ümidini yitirmiş (nihayetinde buna ihtiyaç duyan ve kurtarılan) ve kendini kurtarmaktan aciz  birinin yardım çığlığıdır; pek çok sekiz yaşındaki kız çocuğun şarkıda gücün ve azat edilmenin sesini duyması, pek çok yorumcu ve ebeveynin de, bu kendini yaralamanın felç edici ezgisini, benzer şekilde onaylaması ürkütücü derecede üzücüdür.

Hem Elsa karakterindeki gerginlik hem de yorumcuların şarkının ve tabi ki filmin, müzikal bir güçlendirmeden çok çıkış yolu olmayan bir  kendini yaralama trajedisi olduğunu ayırt etmedeki  beceriksizlikleri anlamlıdır.  Frozen soğuk ve kasvetli bir dünya çizer: soğuk ısırığı duygular, kırılgan ruhsallıklar, parıldayan bir öfke, insafsız ve fırtınalı, merkezdeki karakterlerini bölüp ayıran bastırılmış duygular. Film Elsa’nın yerinden edilmesinin işkencesini arttıran “üzerini ört ve hissetme”, “evet yalnızım ama yalnız ve özgürüm”, “onun diğerleriyle iletişimizi sınırlandıracağız”; sapkınca susturulmasına/kapatılmasına, “önümde sıra sıra kapılar”;  gibi  ifadelerle eziyet eder ve bir çocuğun yalıtılmışlığına göz atar; ailelerinse en iyi ihtimalle birer yaratık en kötü ihtimalle de kişisel işkenceciler olduğu hissedilir.  Prens Hans kaba ancak geçerli  olacak şekilde “Sevilmek için o kadar umutsuzdun ki benimle evlenmeye niyetliydin” diye ifade eder.  Hans kendiliğinden bu mutsuz dünyaya katılır ve Anna’ya kendi kardeşlerinin kendisini suistimal edişlerinin ayinini anlatır: “üçü de, iki yıl boyunca ben görünmezmişim gibi davrandılar; erkek kardeşler böyle yapar”. Ve Anna da ters bir şekilde karşılık verir, “ve kız kardeşler de”.   Bunlar mutlu sözler değildir: Cristoff  tarafından(kendisini sosyal olarak beceriksiz bırakan ‘trol ailesi’ olan biri olarak tanımlar), “ren geyiklerinin insanlardan daha iyi olduğu” – kendisine medyaya boğulmuş gençlik içinde üzücü bir şekilde yankı bulabilecek bir duygudur bu - yorumunda özetlenir.

Ailelerin aynı anda hem çözüm hem de sorunun nedeni oldukları bu ikircikli durum Anna’nın dokunaklı ve çaresiz çocukluk hikayesi tarafından derli toplu özetlenir. Ablasının duygusal olarak soğutulmuş dünyası ile şehrin canlı ama belirsiz büyüsü ve gerçek insanlarla gerçek bir iletişim içinde olmanın ortasında, bir bağ, aile, bağlam, toplum, kanlı canlı bir etkileşim (‘yalnız dünyamı değiştirmek için bir şans’ diye iç çeker, ağlamlaklı bir biçimde Jean D’Arc’ın resmini okşarken) özlemi çindedir. ‘Biraz daha yalnızlaşıyor, bütün bu boş odalarla..” diye iç çeker – “boş odalar” tekrar onun içsel ve dışsal olarak cansız ve paylaşılmamış prenses dünyasının temsil ettiklerini işaret eder. Bu yüzden de anlayışla karşılanabilecek şekilde, ablasının taç giyme yaşının kutlandığı baloyu beklerken “gerçekten canlı insanlar olacak, bu tamamen tuhaf olacak” diye heyecanla şarkı söyler.  Bu “gerçekten canlı insanların” bu kişilerin(Elsa ve Anna’nın) hayatlarındaki yokluğu ya da o hayattan çıkarılmış olması Frozen filmini tam olarak özetler ve filmin tuhaf atan, çırpıntılı – Elsa’nın kendi bağımsızlığını ilanı (ki bu eziyetli bir kendini tutsak etmeyi daha çok andırmaktadır) ile insanlarla samimi ve gerçek bir ilişki vasıtasıyla duygusal bir kurtuluş ihtimalinin arasını açan uçurum gibi– kalbidir. Anna’nın uygun bir şekilde  (tüm “let it go” kimlik krizinde ışıldayan) kız kardeşine sorduğu soru çok iyidir: “neden bu kadar çok korkuyorsun?”. Elsa’nın korktuğu tabi ki, - “dünyayı” engelleme nedeni- ‘güçleri’ değildir (ki güçleri de filmin sonunda sorun olmaktan çıkar), güçlerini yönetmeyi beceremiyor oluşudur – bu beceriksizlik de yıllar süren sosyal yalıtılmışlık ve yalnızıktan dolayı olmuştur. Elsa’nın yoksun olduğu herhangi bir şekil bulmuş ya da gerçek sosyal ve ebeveynsel özen ve sonuç olarak ortaya çıkan paylaşma, bağımlılığık ve sosyalleşme korkusu, ironik bir şekilde sembolize edilen kendi kaderini çizen geleneksel Disney “prenses” değerlerinin – prenses tacıyla mükemmel bir  şekilde belirtilen, acınası şekilde yalıtılmış kraliçeliklerini ilan etmişlik hattını- tümünü temsil etmektedir. Disney gerçek endişeleri ve problemleri, kesinlikle sahte ve yanlış geçiş nesneleri biçimindeki çizgi kurgularıyla tedaviyi sunmakta beceriklidir.  Frozen, örneğin, çocukların yalıtlımışlık ve terkedilmişlik duygularını, onlara Frozen ürünlerini satarak ve bu ürünleri çevrimiçi indirmeleri yönünde cesaretlendirerek tedavi aramaktadır. Bu yüzden de çocukların zaten deneyimlediği biçimsiz ve sanal dünya,  filmlerin sunduklarıyla yalnızca pekiştirilmektedir.

Elsa bu paradoksal büyünün kişileşmiş halidir: o pek çok kız çocuğun çekimine kapıldığı ve karşılık bulduğu – Dr. Jennifer Otter Bickerdike’in ifadesiyle ‘gerçek kendiliğini yaşamak için ailesi ve toplumdan ayrılan, kendi başının çaresine bakan ve kendini olduğu gibi kabul eden’-  “modern bir prenses”  karakteridir. ‘Gerçek kendiliğini yaşamak için ailesinden ve toplumdan ayrılan’ tanım olarak tam da filmin ideolojik mesajını özetler ve bu tip yorumların yayılması arzu edilir (mesela Dr. Bickerdike’ın Sony’nin pazarlama danışmanı olduğunu öğrenmek de şaşırtıcı değildir). Daha az rastlanan düşündürücü bir yorum da “öğrenme güçlükleri olan” ve “öfkesini kontrol edemeyen”  kızkardeşini acıklı bir şekilde Elsa karakteri ile benzeten radyo programcısı Jo Whiley’den gelir;”beş yaşlarımdayken bu davranışlarla baş etmek benim için çok zordu” diyerek sıklıkla ifade eder.  Bu, bence, bu yepyeni 21. Yüzyıl prensesinin merkezi çekiciliğini işaret eder. Wiley şöyle devam eder; “Elsa’nın kontrol edemediği ve bastıramadığı için bulunduğu her yeri, yerle bir eden güçleriyle benzeşikliklerden yararlanarak kızıma ‘evet, teyzen de böyle biri’ diyebildim. Bu şeklide o da –bazen çok kötü davranışlar sergileyebilen- teyzesinin Elsa’ya benzediğini düşünüyor, bu da bu tip davranışları açıklamak için gerçekten dahice bir yöntem”.

Kız kardeşinin “”kontrol edilemez öfkesini”, “zorlayıcı davranışlarını” ve “bulunduğu her yeri yerle bir etmesini” anlatmak için Elsa ile benzerliklerden yararlanma yolunu bulması bence de mükemmel biçimde mantıklı ve kolaylaştırıcı bir buluş.  Ancak, o zaman Elsa hangisidir: kendini güçlendirmenin, özgünlüğün ve dayanıklılığın rol modeli mi yoksa öfke tarafından ele geçirilmiş, ne anlayabildiği ne de kontrol edebildiği bilinçdışında, yerle bir eden fırtınalarına  takılmış bir kişinin vaka çalışması mıdır?

Wiley, Elsa’nın davranışlarından yola çıkarak kız kardeşinin öğrenme güçlüğüyle ilişki kurmuştur ancak bu davranışların belki de daha çok sınır durum kişilik özellikleri ile uğraşan biriyle ilişkilendirilebileceği söylenebilir. Simon Baron-Cohen bazı anahtar özellikleri listeler: “öfkeyi kontrol edememek” (bu çocuğunlukla özellikle kendilerine yakın olanlara yöneltilmiş öfke patlamaları ve kavgaya karışma, insanlara nesne fırlatma, bıçakla onları tehdit etme gibi davranışlarla ifade bulan), “aşırı yalnızlık”, “dürtüsellik”, “kimlik karmaşası” ve “kendini sakatlama şeklinde ortaya çıkan öz kıyım özellikleri”.  Bu özellikleri, kurgusal Elsa karakteri ile çarpıcı benzerlikler bulduğu, “Carol” vakası ile örnekler:

‘Hatırlayabildiği kadarıyla ve erken çocukluk yıllarına da geri dönüldüğünde yaşamının “lanetlenmiş” olduğunu hissediyordu. Fırtınalı çocukluğuna, değişken ergenliğine ve kriz dolu yetişkinliğine geri döndüğünde depresyonla geçen yaşamını düşünür. Ebeveynleri ile ilişkileri, yıllar süren periyodlar halindeki, onlarla hiç konuşmayışıyla  bölünmüştür. Fırtınalar koparmış ve arkasındaki kapıları çarpmıştır. Nefreti ve öfkesi ortaya çıktığında olacakları durdurması konusunda hiç şansı yoktur.’

Kesinlikle tüm tanılayıcı kriterleri karşılamasa da (mesela sınır kişilik özellikleri olanlar dayanılmaz içsel yalnızlıklarına rağmen aslında gerçekte yalnız kalmaya katlanamazlar, oysa Elsa kendini sürgün etmiştir), bu tip kişilik özellikleri en azından bu Disney filmindeki daha güçlü ve modern, daha karanlık ve ikircikli Elsa özelliklerini (‘Arkanı dön ve çarp kapıları/ Söyleyecekleri umrumda değil/ Fırtınalar kopsun bırak/Soğuk beni zaten hiç rahatsız etmedi ki’).  akla getirir. Daha rahatsız edici ve yıkıcı özellikler de, filmin şarkısında yardımcı yazar olan Kristen Anderson-Lopez’in yorumuyla pekişir: “’Let it Go’ hikayenin gidişatını değiştirdi. Elsa’nın bir dağın tepesinde olduğu ve herşeyi hissettiği ve tüm gücünün ortaya çıktığı bir an var. Bu ‘ailemin canı cehenneme‘ duygusunu ortaya çıkarır.” ‘Ailemin canı cehenneme’ tam olarak Elsa’nın temsil ettiği şeydir ve hem bugün hapsedilmiş, yalnızlaştırılmış pek çok çocuk için onun kitlesel çekiciliğini hem de “aile dostu” gibi görünen stüdyonun merkezindeki çıkmazını barındırır. 

Dr. Bickerdike tarafından söylendiği gibi, bu yüzden Elsa, birinin ‘ailesinden ve toplumdan’ ayrılığına neden olan (ya da gerektiren) “özgünlük” markasıdır:  tabi ki ironik bir şekilde bunlar Elsa’yı yıkıcı ve tacizkar davranışlara sürükleyen kopuştur da – kardeşine ‘görünmez’ gibi davrandığı, herkesi dışarıda bıraktığı, kendisi ve etrafındaki herkes için kurduğu sıfır derece çölüdür.  Bu Disney’in genç izleyicilerini – 375 milyonun youtube da izlemiş olduğu – özdeşleşmek, birlikte söylemek, zaferini kutlamak için davet ettiği 21. Yüzyıl “prensesliğidir”. Disney, genç dijital yerlilerinin dikkatini çekmek ve onları derin yatak odası yalıtılmışlığı ile sanal gerçekliğin diğer bir donmuş etkisine sürüklemek için,  şarkının, forumunda ulaşılabilir olmasına izin vermek gibi alışılmadık bir adım atmıştır.  Gençlerin yatak odalarına sokulmanın ekonomik ve ideolojik mantığı Disnek UK’dan Anna Hill tarafından dile getirilmiştir: “Sosyal medya inanılmaz biçimde güçlü, bunu kullanmak konusunda daha iyiye gidiyoruz, ancak gerçekte bu, içeriği tüketicilerin gücüne bırakmakla ilgili.”   Buradaki anahtar kelime “tüketici”dir: çocuklar değil, tüketiciler… Disney’in pazarlama ve ürün kampanyası stüdyonun bugüne dek sadece ürünler için 1 milyardan fazla kazanması ve daha da önemlisi markasını evlere ve dünya çapındaki çocukların nöronlarına kadar genişletmesi gibi beklenmedik boyutta karlı ve kazançlı sonuçlandı. “Bu Disney işinin sihiridir” diyor BMO Capital Markets Corp.da analist olan Dan Salmon.  

Disney anlatılarında sıklıkla olduğu gibi, sorunu tanımladılar – bir çocuğun güvensizlik duygusunu, yalıtılmışlığını, duygulanım, özen ve paylaşma ihtiyacını – ancak çözüm için tam olarak onları hedef alan samimi bir işbirliği ve eşitlikçi uygulamalar yerine, bir çeşit yalıtılmışlık ve diğerlerinden uzaklaşma duygusu yaratan tüm şeyleri ilk elden tekrar onaylamaya yönlendirdiler: “prenses” kültürünün zehirli mitine, “saray duvarlarının” yüceltilmesine ve somutlaşmasına, çocuğun ebeveyn ilgisi yerine soğuk sıvı kristal bilgisayar ekranlarıyla yer değiştirmiş olan sanal (donmuş) dünyalara hapsedilmesine, – “bir gün prensim gelecek” sanrısı, Disney’in sözlüğünde mükemmel şekilde tanımlanan  üstün-prenses, pasif, uzağı göremeyen Pamuk Prenses gibi – kahramanca bir aşk arayışının anti-sosyal gündemine… Altta yatan (gerçek) problemleri ve korkuları çözmek yerine, Frozen gibi filmler sadece prenses gibi kıymetli oluş duygusunu pekiştirerek ve bir duygusal partnere “varoluşsal güvensizlik ve kişisel düşlerin biricik tatmin edicisi” olarak daha fazla beklenti ve endişe yükleyerek sonlanır. Bizim yapmamız gereken ise bu animasyon çerçeveleri geride bırakarak sosyal gerçekliğe girmek ve Disney’in piramitsel saray duvarlarını yıkıp, taçları ezip, çocukları gerçek toplulukları ile tekrar bir araya getirmek olmalıdır. Ya da Elsa’nın sözleriyle, “bırakalım gitsin”…

 

Çeviren: Beyhan ÖZPAR, Psikolojik Danışman

SDT / Aile, Evlilik ve Çift Terapisti

 



 

Rod Tweedy, Yazar;  1997 yılında Oxford Üniveristesi’nden mezun olmuştur ve modern bilimler ile felsefe açısından Shelley’in şiirlerini araştırmakla ilgilenmektedir. Karnac Books’da editördür ve yine aynı yayın evinden çıkan “The God of the Left Hemisphere: Blake, Bolte Taylor and the Myth of Creation” isimli bir kitabı bulunmaktadır.

Karnacology (http://karnacology.com) psikanaliz, psikoterapi ve sosyal bilimler alanında kitaplar konusunda uzmanlaşmış ve bu konularda alanında önemli kitapları yayımlayan İngiliz yayın evi Karnac Books’un güncel konularda yayımlanan makale, röportaj ve kitap tanıtımlarının bulunduğu blogudur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder