Modern
dünya hepimize tadına doyamadığımız nimetler sunuyor. Bunlar arasında
teknoloji, ulaşılabilirlik, bilgiye erişim, öğrenme olanaklarının artması gibi
şeyleri saymak mümkün. Tüm bunların hizmet ettiği bir “birey”, modern dünyanın
en büyük buluşu ve en çok gündeme gelen kavramı oldu ve olmaya devam ediyor.
Birey
olmak ve bireyleşebilmek Türk toplumu ve kültürel yapısı içinde çok uzun
seneler görmezden gelinen ancak özellikle ‘90lar sonrasında en çok sığınılan ve
kullanılan kavramlardan biri oldu. Gelenekçi toplumumuz hala bireyselleşme ve
birey olarak ele alınma olgularıyla tam olarak barışabilmiş değil gibi
görünüyor. ‘90lı yılların gençleri olan bizler ise, bu günlerde anne babalık
deneyimlerimizde sadece kendi bireyselliğimizi değil, çocuklarımızın “birey”
olarak değerini korumak adına pek çok şeyi göz ardı edebiliyoruz. Çoğunlukla
kendi gençliğimizde karşılanmayan “birey olarak görülme” ihtiyacının
çocuklarımız tarafından deneyimlenmemesi adına elimizden gelen ne varsa yapıyor,
tüm güçlerimizi seferber ediyoruz. Bunu yaparken de genellikle bir yarayı
kapatmak için uğraş verilirken düşülecek tüm tuzakların içine düşüveriyoruz.
Elbette
ki tüm anne babaların hayali, güvenli, kendi ayakları üzerinde durabilen, mutlu
ve güçlü “bireyler” olarak çocuklarını yetiştirmek. Bu yüzden de çocuklarımıza
sıklıkla birey olduklarını hatırlatıyoruz ve onlara birer birey olarak
davranıyoruz. Ancak bunu yaparken çoğunlukla kendi birey oluşumuzu ve ardından
da hayatımızdaki diğer kişilerin “birey” oluşlarını belirleyen sınırları ihlal
edebiliyoruz ya da görmezden gelebiliyoruz. Hatta daha ileri gidebildiğimiz
durumlar da ortaya çıkabiliyor; birey olmak adına bir çocuğun “çocuk” olarak
algılanmaktan çıkarılıp “yetişkin” olarak muamele görmesi son zamanlarda
oldukça karşılaştığımız bir durum.
Her
çocuğun özel ve biricik olduğunu hatırlayıp, hatırlattığımız günümüz
toplumunda, bireyselleşme kavramının tam olarak ne demek olduğunu anlayacak
deneyime sahip olmayan çocuklarımız, maalesef kazançtan çok kayıplarla var
oluşlarını sürdürüyorlar. Seçim hakkı, istediklerini yapabilme özgürlüğü,
konuşulanı anlayabilme ve yetişkince cevaplar verebilme gibi olanaklar
yarattığımız çocuklarımız, dış dünyanın gerçekliği ile karşılaştıklarında (ki
bu genellikle kendileri gibi yetişmiş olan çocuklarla birlikte var oldukları
bir dünya) ciddi duygusal, sosyal ya da psikolojik kaynaklı somatik/bedensel
belirtiler ortaya koyuyorlar. Genel olarak engellenmedikleri için sınırlarının
farkına varamıyorlar. Dış dünyanın doğal sınırları ile de baş etmekte maalesef
başarısız oluyorlar.
Bu
durum sadece çevrenin ve dış gerçekliğin kendisine göre düzenlendiği çocuklar
için geçerli değil tabii ki. Aşırı katı sınırların ve sürekli engellenmenin
yaşandığı ve/veya yaşam deneyimine uygun olmayan içeriklerle sürekli karşılaşan
çocuklar için de geçerli. Onlar da kendi aşırı sınırlanmış dünyalarından
çıktıklarında karşılarına çıkan nispeten sınırsız dünya ile ilişkilerini
düzenleyemiyorlar. Ya sınırları aşırı ihlal ediyorlar ve “asi” çocuklar oluyorlar,
ya da baş edemedikleri bu durum içinde kendileri için tanıdık sınırlandırılmış
bir çevre oluşturuyorlar.
Tüm
bunlardan yola çıkarak sınır ve engellenme deneyimlerinin önemi ve çocuk
ruhsallığındaki yerinden bahsetmekte yarar görüyorum. Çünkü hem bireyselliğin
yok sayıldığı aşırı gelenekçi bir bakış açısı hem de bireyselliğin yanlış
okunduğu yaşa bağlı sosyal, duygusal, ruhsal becerileri aşan sınırsız bir çevre
yaratma, çocuklar için aynı sonucu doğuruyor; baş edilemez bir dehşet ve dış
gerçeklik…
Sınır
bir deneyim olarak var oluşumuzun ilk anından beri karşılaştığımız bir gerçek
aslında ve insan yavrusu olarak “deri” dediğimiz bir sınırla doğuyoruz. Genel
olarak sınır kelimesi ile karşılaştığımızda aklımıza, “sınırlanmak”,
“konforumuzun kısıtlanması” ya da “özgürlüklerimizin elimizden alınması” gibi
şeyler geliyor. Hâlbuki sınır sadece dış dünyayı bizim için kısıtlı bir konuma
sokan değil, aynı zamanda kendimizi de dış dünyaya karşı korumamızı sağlayan bir
alan ya da kendimizi geliştireceğimiz, varabileceğimiz son nokta olarak da
tanımlanabilir.
Sınır
birey için çok fazla anlam içerir. Birey sınırlar yoluyla kendi iç gerçekliği
ve bütünlüğünü bir çerçeve içine alır. Bu çerçeve sayesinde dış dünya ve
gerçeklikle etkileşime girip kendisine bir deneyim alanı yaratır ve bunun
kendisi üzerindeki etkileri gözlemleme şansına sahip olur. Üstelik bu çerçeve
bireyi etkileşimsel bir zemine iter ve dış dünya ile ilişkilerini düzenlediği
bir alan oluşturmasına yardım eder. Bir bireyin sınırını belirlemesi, sınır deneyiminin
doğal olarak karşısına çıkması ve bu deneyim ile bazı zamanlarda uzlaşma, bazı
zamanlarda çatışma bazı zamanlarda da onu olduğu gibi kabul etme yolları ile
başa çıkabilmesiyle mümkün olmakta. Bu durumların ve deneyimlerin nasıl
yaşanacağı ise bireyin yaşı, yaşam deneyimi, kendisine sunulan olanaklar ve dış
dünya ile etkileşim olanaklarına bağlı olarak değişiklik göstermekte. Ancak her
bireye göre değişebilen bu deneyimlerin tek ortak noktası şu olarak karşımıza
çıkıyor; sınırsız bir dünyanın dehşet yaratabileceği ve sınır deneyiminin
zorunlu oluşu…
Sınır
deneyimi başlı başına birey olma yönünde bir engel gibi görünüyor olabilir.
Ancak bu noktada engelin ve engellenmenin birey olarak bizi nasıl geliştirdiğine
ilişkin birkaç şey söylemek gerekiyor.
Bireyleşme
ya da bireyleştirme çabasında olduğumuzda, engelin olumsuz olduğunu
düşünebiliriz ancak durum tam tersi bir seyir izliyor. Bir kişinin tam bir
birey olabilmesi için kendi içindeki tüm güçlü yönler kadar güçlüklerle de
karşılaşabilmesi ve kendi kişisel sınırları kadar becerilerinin de farkında
olabilmesi gerekiyor. Bunun yolu ise bolca deneyim ve bu deneyimlerden elde ettiğimiz
çıkarımlardan geçiyor. Bu çıkarımlar bazen sonraki deneyimler için öngörüler
olabiliyor, bazen yeni öğrenmeler olabiliyor bazen ise bir daha benzer
durumlara düşmemek ve iç bütünlüğümüzü korumak için yaptığımız manevra ve
uyguladığımız stratejiler olabiliyor. Hangisi olursa olsun genel olarak hepsine
“başa çıkma becerisi” çerçevesinden bakabiliriz.
“Başa
çıkma” genelde sadece olumsuz deneyimlerle baş etme olarak ele alınsa da sadece
olumsuz durumlar için kullanabileceğimiz bir tanım olmamalı aslında; aynı
zamanda bireyin hayatla ilişkisini düzenleme becerisinin de bir tanımı olarak
ele alınabilir. Başa çıkma becerisinin gelişebilmesi için ise olumsuz
deneyimler ve engellenme ile karşılaşmak gereklidir. Dış dünyanın arzularımıza
göre şekillendiği, taş atıp kolumuzun yorulmadığı, her istediğimizin bir
şekilde yerine geldiği bir dünya bizde sadece her şeye muktedir olduğumuz
isteklerimizin hep gerçekleşeceği gibi bir yanılsama yaratır. Oysa gerçek hayat
böyle değildir. Sıra bekleriz, beceriksizce davranırız, hata yaparız, bazen
fiziksel kazalara bazen duygusal kazalara neden oluruz, bazen bunlara biz maruz
kalırız, istediklerimiz gerçekleşmez, yaptıklarımız beğenilmez, yeniden yapmak
zorunda kalabiliriz, işten kovulabilir, oyuna alınmayabiliriz… Bu durumlarda ne
yapacağımız ise daha önce böyle bir durumla karşılaşıp karşılaşmadığımıza ve bu
durumlarda ne yaptığımıza nasıl bir destek aldığımıza göre değişir. Böyle güç
yaşantılar insanlık tarihi boyunca var olacağı ve insan olarak bu güç
durumlarla birlikte yaşamı sürdürebilme becerimizin gelişmiş olabilmesi için
önceki deneyimlerimiz bize bir şey öğretmeli; bu durumlarla, uygun duyguyu da
bir süre hissetmeyi başararak, uygun tepkileri vererek yaşayabilmeyi.
Yukarıda
bahsettiğimiz duruma “engellenme toleransı” demek uygun olur. Bu tanım gereği
birey olarak bizler gerilime dayanma, engeller karşısında yılmama, görünen
zorluklara rağmen sorunu çözme doğrultusunda çalışmaya devam edebilmeli ve
ayrıca hazzımızı erteleyebilmeliyizdir. Bu, normal gelişimin bir parçasıdır.
Engelleyici durumlarda bağırıp çağırma, öfke, saldırganlık gibi tepkiler geliştirme
ve ortaya koyma, başa çıkma becerilerinin yetersizliğine ve aslında normal
gelişimin duygusal anlamda sekteye uğradığına işaret eder. Tabi yine bunun
gelişimsel bir konu olduğunu ve deneyime bağlı olduğunu unutmamak önemlidir. 3
yaşındaki bir çocuk ile 7 yaşındaki bir çocuk arasında deneyimlerinin
çeşitliliği açısından farklılık olacağından engellenme toleransları bakımından
da farklılık olacaktır. Önemli olan bunun gelişebilmesi için yaşa uygun
deneyimlerin sağlanmasıdır. Ne aşırı özgürlükçü ne de aşırı sınırlayıcı
yaklaşımlar bu deneyimler için uygun alanı yaratabilir. Bu deneyim alanı tüm
duyguların yaşanmasına olanak tanıyan, yaşa uygun olumsuz deneyimler de
sunabilen, kararında engelleyici tutumlar yoluyla sunulabilir.
Birey
olmak bir yolculuktur. Her yolculuk ise belli engellerle karşılaşma ve bu
engellerin aşılabilmesi ile anlamlı hale gelir. Engelsiz bir çocukluk bu
yolculuğun gerçekliğini bozar ve bu da birey olarak gerçek bir hikaye
oluşturabilmemizin önüne geçer. Her yaşta, yaşa özgü engellerin, barındırdığı
tüm olumlu ve olumsuz duygularla deneyimlenmesi bireyi sadece anlamlı bir yaşam
sürmeye yönlendirmez aynı zamanda güçlenmesine ve kendini gerçekçi olarak
tanımlamasına yardımcı olur. Çocuklarımıza sunabileceğimiz en güzel yolculuk ise
uygun zamanda uygun sınır ve engellenme deneyimlerine alan açarak olanak
bulacaktır.
Beyhan
ÖZPAR
Psikolojik Danışman