25 Aralık 2014 Perşembe

Engel Tanımayan Çocukluk


Modern dünya hepimize tadına doyamadığımız nimetler sunuyor. Bunlar arasında teknoloji, ulaşılabilirlik, bilgiye erişim, öğrenme olanaklarının artması gibi şeyleri saymak mümkün. Tüm bunların hizmet ettiği bir “birey”, modern dünyanın en büyük buluşu ve en çok gündeme gelen kavramı oldu ve olmaya devam ediyor.

Birey olmak ve bireyleşebilmek Türk toplumu ve kültürel yapısı içinde çok uzun seneler görmezden gelinen ancak özellikle ‘90lar sonrasında en çok sığınılan ve kullanılan kavramlardan biri oldu. Gelenekçi toplumumuz hala bireyselleşme ve birey olarak ele alınma olgularıyla tam olarak barışabilmiş değil gibi görünüyor. ‘90lı yılların gençleri olan bizler ise, bu günlerde anne babalık deneyimlerimizde sadece kendi bireyselliğimizi değil, çocuklarımızın “birey” olarak değerini korumak adına pek çok şeyi göz ardı edebiliyoruz. Çoğunlukla kendi gençliğimizde karşılanmayan “birey olarak görülme” ihtiyacının çocuklarımız tarafından deneyimlenmemesi adına elimizden gelen ne varsa yapıyor, tüm güçlerimizi seferber ediyoruz. Bunu yaparken de genellikle bir yarayı kapatmak için uğraş verilirken düşülecek tüm tuzakların içine düşüveriyoruz.

Elbette ki tüm anne babaların hayali, güvenli, kendi ayakları üzerinde durabilen, mutlu ve güçlü “bireyler” olarak çocuklarını yetiştirmek. Bu yüzden de çocuklarımıza sıklıkla birey olduklarını hatırlatıyoruz ve onlara birer birey olarak davranıyoruz. Ancak bunu yaparken çoğunlukla kendi birey oluşumuzu ve ardından da hayatımızdaki diğer kişilerin “birey” oluşlarını belirleyen sınırları ihlal edebiliyoruz ya da görmezden gelebiliyoruz. Hatta daha ileri gidebildiğimiz durumlar da ortaya çıkabiliyor; birey olmak adına bir çocuğun “çocuk” olarak algılanmaktan çıkarılıp “yetişkin” olarak muamele görmesi son zamanlarda oldukça karşılaştığımız bir durum.

Her çocuğun özel ve biricik olduğunu hatırlayıp, hatırlattığımız günümüz toplumunda, bireyselleşme kavramının tam olarak ne demek olduğunu anlayacak deneyime sahip olmayan çocuklarımız, maalesef kazançtan çok kayıplarla var oluşlarını sürdürüyorlar. Seçim hakkı, istediklerini yapabilme özgürlüğü, konuşulanı anlayabilme ve yetişkince cevaplar verebilme gibi olanaklar yarattığımız çocuklarımız, dış dünyanın gerçekliği ile karşılaştıklarında (ki bu genellikle kendileri gibi yetişmiş olan çocuklarla birlikte var oldukları bir dünya) ciddi duygusal, sosyal ya da psikolojik kaynaklı somatik/bedensel belirtiler ortaya koyuyorlar. Genel olarak engellenmedikleri için sınırlarının farkına varamıyorlar. Dış dünyanın doğal sınırları ile de baş etmekte maalesef başarısız oluyorlar.

Bu durum sadece çevrenin ve dış gerçekliğin kendisine göre düzenlendiği çocuklar için geçerli değil tabii ki. Aşırı katı sınırların ve sürekli engellenmenin yaşandığı ve/veya yaşam deneyimine uygun olmayan içeriklerle sürekli karşılaşan çocuklar için de geçerli. Onlar da kendi aşırı sınırlanmış dünyalarından çıktıklarında karşılarına çıkan nispeten sınırsız dünya ile ilişkilerini düzenleyemiyorlar. Ya sınırları aşırı ihlal ediyorlar ve “asi” çocuklar oluyorlar, ya da baş edemedikleri bu durum içinde kendileri için tanıdık sınırlandırılmış bir çevre oluşturuyorlar.

Tüm bunlardan yola çıkarak sınır ve engellenme deneyimlerinin önemi ve çocuk ruhsallığındaki yerinden bahsetmekte yarar görüyorum. Çünkü hem bireyselliğin yok sayıldığı aşırı gelenekçi bir bakış açısı hem de bireyselliğin yanlış okunduğu yaşa bağlı sosyal, duygusal, ruhsal becerileri aşan sınırsız bir çevre yaratma, çocuklar için aynı sonucu doğuruyor; baş edilemez bir dehşet ve dış gerçeklik…

Sınır bir deneyim olarak var oluşumuzun ilk anından beri karşılaştığımız bir gerçek aslında ve insan yavrusu olarak “deri” dediğimiz bir sınırla doğuyoruz. Genel olarak sınır kelimesi ile karşılaştığımızda aklımıza, “sınırlanmak”, “konforumuzun kısıtlanması” ya da “özgürlüklerimizin elimizden alınması” gibi şeyler geliyor. Hâlbuki sınır sadece dış dünyayı bizim için kısıtlı bir konuma sokan değil, aynı zamanda kendimizi de dış dünyaya karşı korumamızı sağlayan bir alan ya da kendimizi geliştireceğimiz, varabileceğimiz son nokta olarak da tanımlanabilir.

Sınır birey için çok fazla anlam içerir. Birey sınırlar yoluyla kendi iç gerçekliği ve bütünlüğünü bir çerçeve içine alır. Bu çerçeve sayesinde dış dünya ve gerçeklikle etkileşime girip kendisine bir deneyim alanı yaratır ve bunun kendisi üzerindeki etkileri gözlemleme şansına sahip olur. Üstelik bu çerçeve bireyi etkileşimsel bir zemine iter ve dış dünya ile ilişkilerini düzenlediği bir alan oluşturmasına yardım eder. Bir bireyin sınırını belirlemesi, sınır deneyiminin doğal olarak karşısına çıkması ve bu deneyim ile bazı zamanlarda uzlaşma, bazı zamanlarda çatışma bazı zamanlarda da onu olduğu gibi kabul etme yolları ile başa çıkabilmesiyle mümkün olmakta. Bu durumların ve deneyimlerin nasıl yaşanacağı ise bireyin yaşı, yaşam deneyimi, kendisine sunulan olanaklar ve dış dünya ile etkileşim olanaklarına bağlı olarak değişiklik göstermekte. Ancak her bireye göre değişebilen bu deneyimlerin tek ortak noktası şu olarak karşımıza çıkıyor; sınırsız bir dünyanın dehşet yaratabileceği ve sınır deneyiminin zorunlu oluşu…

Sınır deneyimi başlı başına birey olma yönünde bir engel gibi görünüyor olabilir. Ancak bu noktada engelin ve engellenmenin birey olarak bizi nasıl geliştirdiğine ilişkin birkaç şey söylemek gerekiyor.

Bireyleşme ya da bireyleştirme çabasında olduğumuzda, engelin olumsuz olduğunu düşünebiliriz ancak durum tam tersi bir seyir izliyor. Bir kişinin tam bir birey olabilmesi için kendi içindeki tüm güçlü yönler kadar güçlüklerle de karşılaşabilmesi ve kendi kişisel sınırları kadar becerilerinin de farkında olabilmesi gerekiyor. Bunun yolu ise bolca deneyim ve bu deneyimlerden elde ettiğimiz çıkarımlardan geçiyor. Bu çıkarımlar bazen sonraki deneyimler için öngörüler olabiliyor, bazen yeni öğrenmeler olabiliyor bazen ise bir daha benzer durumlara düşmemek ve iç bütünlüğümüzü korumak için yaptığımız manevra ve uyguladığımız stratejiler olabiliyor. Hangisi olursa olsun genel olarak hepsine “başa çıkma becerisi” çerçevesinden bakabiliriz.

“Başa çıkma” genelde sadece olumsuz deneyimlerle baş etme olarak ele alınsa da sadece olumsuz durumlar için kullanabileceğimiz bir tanım olmamalı aslında; aynı zamanda bireyin hayatla ilişkisini düzenleme becerisinin de bir tanımı olarak ele alınabilir. Başa çıkma becerisinin gelişebilmesi için ise olumsuz deneyimler ve engellenme ile karşılaşmak gereklidir. Dış dünyanın arzularımıza göre şekillendiği, taş atıp kolumuzun yorulmadığı, her istediğimizin bir şekilde yerine geldiği bir dünya bizde sadece her şeye muktedir olduğumuz isteklerimizin hep gerçekleşeceği gibi bir yanılsama yaratır. Oysa gerçek hayat böyle değildir. Sıra bekleriz, beceriksizce davranırız, hata yaparız, bazen fiziksel kazalara bazen duygusal kazalara neden oluruz, bazen bunlara biz maruz kalırız, istediklerimiz gerçekleşmez, yaptıklarımız beğenilmez, yeniden yapmak zorunda kalabiliriz, işten kovulabilir, oyuna alınmayabiliriz… Bu durumlarda ne yapacağımız ise daha önce böyle bir durumla karşılaşıp karşılaşmadığımıza ve bu durumlarda ne yaptığımıza nasıl bir destek aldığımıza göre değişir. Böyle güç yaşantılar insanlık tarihi boyunca var olacağı ve insan olarak bu güç durumlarla birlikte yaşamı sürdürebilme becerimizin gelişmiş olabilmesi için önceki deneyimlerimiz bize bir şey öğretmeli; bu durumlarla, uygun duyguyu da bir süre hissetmeyi başararak, uygun tepkileri vererek yaşayabilmeyi.

Yukarıda bahsettiğimiz duruma “engellenme toleransı” demek uygun olur. Bu tanım gereği birey olarak bizler gerilime dayanma, engeller karşısında yılmama, görünen zorluklara rağmen sorunu çözme doğrultusunda çalışmaya devam edebilmeli ve ayrıca hazzımızı erteleyebilmeliyizdir. Bu, normal gelişimin bir parçasıdır. Engelleyici durumlarda bağırıp çağırma, öfke, saldırganlık gibi tepkiler geliştirme ve ortaya koyma, başa çıkma becerilerinin yetersizliğine ve aslında normal gelişimin duygusal anlamda sekteye uğradığına işaret eder. Tabi yine bunun gelişimsel bir konu olduğunu ve deneyime bağlı olduğunu unutmamak önemlidir. 3 yaşındaki bir çocuk ile 7 yaşındaki bir çocuk arasında deneyimlerinin çeşitliliği açısından farklılık olacağından engellenme toleransları bakımından da farklılık olacaktır. Önemli olan bunun gelişebilmesi için yaşa uygun deneyimlerin sağlanmasıdır. Ne aşırı özgürlükçü ne de aşırı sınırlayıcı yaklaşımlar bu deneyimler için uygun alanı yaratabilir. Bu deneyim alanı tüm duyguların yaşanmasına olanak tanıyan, yaşa uygun olumsuz deneyimler de sunabilen, kararında engelleyici tutumlar yoluyla sunulabilir.

Birey olmak bir yolculuktur. Her yolculuk ise belli engellerle karşılaşma ve bu engellerin aşılabilmesi ile anlamlı hale gelir. Engelsiz bir çocukluk bu yolculuğun gerçekliğini bozar ve bu da birey olarak gerçek bir hikaye oluşturabilmemizin önüne geçer. Her yaşta, yaşa özgü engellerin, barındırdığı tüm olumlu ve olumsuz duygularla deneyimlenmesi bireyi sadece anlamlı bir yaşam sürmeye yönlendirmez aynı zamanda güçlenmesine ve kendini gerçekçi olarak tanımlamasına yardımcı olur. Çocuklarımıza sunabileceğimiz en güzel yolculuk ise uygun zamanda uygun sınır ve engellenme deneyimlerine alan açarak olanak bulacaktır.

 

                                                                                                                      Beyhan ÖZPAR

                                                                                                                 Psikolojik Danışman

2 Aralık 2014 Salı

Çocuk Hakları – Kimin Hakkı?


1919 yılında Januzs Korczak isimli Leh bir eğitimci “Bir Çocuğu Nasıl Sevmeli?” isimli kitabını yazarken, burada konu edindiği durumun evrensel bir olgu haline geleceğinden habersizdi. Dönemin koşullarında, savaş sonrası öksüz ve yetim kalmış çocuklarla birlikte kaldığı yetimhanede bir pedagog ve pediatrist olarak gözlemleri onu böyle bir kitabı yazmaya yöneltmişti. Aynı duygularla 1929 yılında da “Çocuğun Saygı Duyulma İhtiyacı” isimli kitabı yazmıştı. Korczak yazdıklarına o denli içten inanıyordu ki, 2. Dünya Savaşı patlak verdikten sonra, kaldığı yetimhaneyi terk edip özgür olmak yerine yürekten sahiplendiği 200 çocukla beraber kaldı. Yetimhanedeki 200 çocukla beraber Nazi Almanyası’nın toplama kamplarından birinde 1942 yılında öldürüldü.  

Bugün 20 Kasım 1989 yılında Birleşmiş Milletler’e üye 193 ülke tarafından kabul edilmiş olan (bildiri sadece ABD ve Somali imzalamamıştır ve Türkiye de “anadilde eğitim hakkı” maddesine şerh koyarak, anlaşmayı tam olarak tanımayan tek ülkedir) ve tüm dünya tarafından “Çocuk Hakları Temel Bildirisi” olarak tanınan bildiri, ilk defa 1924 yılında Milletler Cemiyeti tarafından “Cenevre Çocuk Hakları Sözleşmesi” olarak tanınmıştır. Daha sonra tekrar gözden geçirmeler ve eklemeler ile bugünkü son halini almış olan sözleşme, temelde İnsan Haklar Evrensel Bildirgesi’nin bir parçasıdır.

Sözleşme ağır yaşam koşullarında, aile içinde ihtiyaçları karşılanamayan çocuklar, savaş sonrası öksüz ve yetimler ve çok temel ihtiyaçlarına ulaşamayan çocuklardan yola çıkılarak hazırlandı. Bununla beraber, hakların gündeme geldiği dönemde “çocuk” ve “çocukluk” da yetişkinden ayrı bir varlık olarak zihinlerdeki yerinin 200. yılını yaşıyordu. Ve yine de gerçekten çocuk olabilmek ve çocukça yaşayabilmek ancak varlıklı ya da ayrıcalıklı ailelerin çocuklarına özgüydü. Bu durum düşünüldüğünde ayrıcalıklı bir dünyaya doğma şansı olmayan çoğunluğun da haklarının tanımlanması önemli bir gündem yarattı.

Günümüze baktığımızda çocuk hakları kavramı çokça konuşulup çokça tartışılıyor. Sözleşmeye konu olan temel insan ihtiyaçları ve özgürlükleri, “hak” çatısı altında yeni ve özel bir şeymiş gibi sunuluyor. Peki, bu haklar tanımlanmasaydı yine de çocuklar bu haklara sahip olmayacaklar mıydı? Bildirgeyi imzalayan veya imzalamayan ülkeler bunların korunmasına ne kadar emek harcıyorlar? Ve biz yetişkinler bu hakların korunması ve öğretilmesi için ne yapıyoruz?

Konu bunları tartışmaya geldiğinde genellikle daha ağır toplumsal konularla gündem kalabalıklaşıyor ve maalesef sadece bu haklara yönelik bir şey sunabilecek, bunlar uğruna savaşabilecek ve hareket alanı sağlayabilecek belli bir toplumsal kesim tarafından sahiplenilip ileriye taşınıyor. Ancak o zaman da çoğunlukla bir ikilem ortaya çıkıyor; bu uğurda pek çok şey yaptığımız çocuklarımız bu hakların farkında olmakla beraber, bu hakları sadece “kendi” hakları olarak sahipleniyorlar. Peki, o zaman bu haklar kimin hakları?

Bugün ailede başlayan ve okulda devam eden eğitimde, çocuklara kendilerinin hakları olduğunu ve bu hakları bilip bunlar uğruna mutlaka bir eylem içinde olmalarını öğretiyoruz. Ancak bu eğitimde çok önemli bir şeyleri eksik bırakıyoruz; haklara sahip olmanın sorumluluk almak olduğunu da söylemeyi unutuyoruz. Ya da bu sorumluluğu sadece kendi hakkını korumak için değil, diğerlerinin hakkını da korumak üzere taşıması gerektiğini eklemeyi unutuyoruz. Evet, çocuklarımız kendi haklarının son derece bilincinde, kendi özgürlük alanlarının sınırları konusunda fazlasıyla hassas yetişiyorlar. Peki, gerçekten onlara kendi haklarını ve özgürlük alanlarını korurken diğerlerini de görmeyi ve buna saygı göstermeyi öğretiyor muyuz? Anne-baba ve/veya öğretmen olarak biz yetişkinler “hak” kavramını nasıl görüyoruz ve diğer insanların haklarına karşı nasıl bir tutum sergiliyoruz?

Çocuk haklarının ilk defa ortaya konmasının üzerinden henüz yüz yıl bile geçmedi. Aynı zamanda bu hakların dünya üzerinde tanınmasının üzerinden ise henüz yarım asır bile geçmiş değil. Ancak “çocuk” ve “haklar” kavramları modern dünyanın bir deformasyonuna uğramış gibi ve modern hayat bize bir “çocuk odaklı” dünya tuzağı kurmakta. Sadece kıyafetler, oyuncaklar ve etkinlik alanları ile sınırlı olmayan bu dünya çocuğun mutlak güç odağı olduğu ve çocuk olduğunun unutulup yetişkin gibi algılanmasına, yetişkin gibi davranmasına da hizmet ediyor. Her şey öylesine çocuk ki, çocuklu “modern ve ekonomik olarak rahat” aileler kendi çocuklarının imtiyaz ve haklarının peşinde koşarken, geleneksel kalıplarla çocuğunu yetiştiren, ekonomik olarak sınırda ya da sınırın altında yaşayan çocuklu aileler ve çocuksuz aileler de genellikle bu çocuk odaklı dünyada yer alma ve bir bütünün parçası olabilme “zorunluluğunun” ağır baskısı altında yaşıyorlar. Marka kıyafet giymek, aynı etkinlikleri paylaşıp hep çocuktan bahsetmek, onun için dünyayı ve gerçekliği değiştirmeye çalışmak ve sürekli, her fırsatta çocuklarından bahsetmek o kadar önemli ki gerçekte çocuğuna hakkı olanı vermeye mi çalışıyorlar yoksa kendi narsistik arzularını çocuklarını bahane ederek mi yaşıyorlar, ayırt etmek mümkün değil. Bu arada diğer ailelerin de modern çocuklu ailelere göre “farklı ve eksik hayatlarıyla” bir eksik gibi genel toplumsal çerçevede yer alamadıkları için çok temel ve insani bir hakları göz ardı edilmiş oluyor; farlılıkları ile birlikte “oldukları gibi kabul edilme” hakları.

Bence her çocuğa hakları öğretilmeli. Ancak, bu hakları savunmanın ve korumanın ne demek olduğunu tam olarak kavrayamayan, bunu nasıl yapacaklarını da tam olarak bilemeyen çocuklardan önce, yetişkinlerin öğrenmesi gerekmez mi? Bir hakkı tanıyan, bu hakkın dünya üzerindeki her birey ve hatta her canlı için geçerli olduğunu bilen ve buna ilişkin bir sorumluluk taşıyan bir yetişkinin duruşuna sahip olmak bu hakları sadece öğretmenin değil, yaşatmanın ve güçlendirmenin de anahtarıdır. Hatta bir adım ileriye giderek şunu bile söyleyebilirim; bunun için bir çerçeve içinde tanımlanmasına bile gerek yok. Bu çerçeveyi maalesef sadece yasal düzlemde kullanabiliyoruz ama ihtiyacımız sadece yasalar önünde tanınırlık sahibi olmak değil ki. İhtiyacımız her türlü varoluşsal hakkı, varoluşsal özgürlüğü herkes için korumak, savunmak ve yaşatmak değil mi? Yani biz “çocukların”, “insanların” ya da “hayvanların” haklarını tanımlamasaydık bu haklara sahip olmayacaklar mıydı?

Dünyanın durumuna baktığımızda bu hakların kabul edildiği, anayasalarda tanımlandığı, okullarda öğretildiği ülkelerde bile “hakların ihlalleri” hala devam ediyor. Dünyanın her bir yerinde çocuklar propaganda araçları olarak, çıkar kavgalarının birer aracı olarak, savaşlarda asker, madenlerde ve fabrikalarda işçi ve maalesef bazı aile yapılarında ve kültürlerde güç kaynağı olarak sömürülmeye devam ediyor. Yani yasal olarak tanınırlığa kavuşması, birer “sorumlu insan” olarak bu hakları içsel anlamda tanımadığımız sürece hiçbir işe yaramıyor. Bu durumda yetişkinler olarak bizlerin temel sorumluluğunun da da bu hakların öğretilmesi ve bunları kuru birer öğrenme malzemesi olmaktan çıkarıp, yaşantımızda gerçek bir yer edinmesini sağlamak olduğuna inanıyorum.

Aşağıda UNICEF Türkiye’nin resmi sitesine ve çocuk hakları bildirgesinin tam metnine ulaşabileceğiniz bir bağlantı bulunmakta. Okumanız, okutmanız, yaşamanız ve yaşatmanız umuduyla paylaşıyorum.  



                                                                                                                Beyhan ÖZPAR

                                                                                                             Psikolojik Danışman

7 Ekim 2014 Salı

Bir Filmi Okumak – “Can Dostum”



“Can Dostum” (Good Will Hunting), 1997 yapımı bir Amerikan filmidir. Film Amerikan rüyasını başka bir perspektiften anlatan bağımsız bir yapımdır. Yönetmen Gus Van Sant ile filmi hem yazan hem de yapımında sorumluluk üstlenen Matt Damon ve Ben Affleck ikilisi, rüyalar ülkesinde rüyadan çok uzak yaşamların hikayesini anlatma çabalarıyla “En İyi Film” ve “En İyi Senaryo” Oscar’larını almışlardır.

“Can Dostum” üstün yetenekli bir genç adamın, sınırlı sosyal çevresi ile ilişkilerinin ve var olma çabalarının bir anlatımıdır. “Yetenekli çocuğun dramı” ya da “sosyal zeka becerisinin yoksunluğu” gibi değerlendirilme biçimleri olabileceği gibi, “tepkisel bağlanma bozukluğu” veya “travma sonrası stres bozukluğu” olarak da değerlendirilebilir. Sonunda izleyiciye verdiği umut ile “ergence” değerlendirilebileceği gibi, içtenlikli terapi sahneleri ve hesaplaşma diyalogları ile “gerçek hayattan bir kesit” olarak da okunabilir.

TSDE bünyesinde yapılan film yorumlama çalışmalarının ilkini yaklaşık bir sene önce bu filmle yaptığımızda, filmde rol alan sinema sanatçıları hala hayattaydı. Oysa bu satırların yazıldığı şu an hem bu film hem de pek çok filmde önemli rolü olan Robin Williams, yeryüzündeki zamanını doldurduğuna karar verdiği için aramızda değil.

Filmi yorumladığımız sırada farklı çerçeveleri kullanarak tüm oyuncuların rolleri ve hikayelerinin bize dokunduğu yerlerden yola çıkmıştık. Yorumlama yolculuğumuz sırasında psikoterapinin bize sunduğu araçlardan yararlanmış, arkadaşlık ilişkilerine, çift ilişkilerine, erginlenme ve geçişlere ve her bir rolün içsel dinamiklere bakma şansımız oldu. Psikoterapi pratiğine ilişkin bir değerlendirme yapabilmek için de Robin Williams’ın oynadığı psikolog rolüne odaklandık.

Terapist kimdi? Hastasıyla nasıl bir ilişki sürdürebiliyordu? Nelere izni vardı; durma sınırı neresiydi? Gerçek miydi; başka birinin hayatına dokunurken terapistin kendi gerçeği nerede dururdu? Filmin yarısında ortaya çıkan terapist, biz kendi terapist olma yolculuğumuzdayken olmak istediğimiz ya da terapide bulunduğumuzda karşımızda görmek istediğimiz kişiye ne kadar benziyordu?

Gerçek hayatın bir yansıması, yeniden ele alınışı olarak baktığımızda bu filmdeki terapist de çok gerçekti. Nasıl bir gerçekti bu? Terapist Sean Maguire bize bir terapistle ilgili neler öğretti?

Bir terapistin odasına girdiğimizde kendimizle ilgili olamayan bir şeyler ararız. Zaten az sonra başlayacak olan süreç içinde, gönüllü olarak başlamış olsak da hiç açmak istemediğimiz kapıların açılacağını bilir; içimizde, derinde bir yerlerde sakladığımız yaramızın görüleceğini fark ederiz. Biz değil miyizdir ki o yarayı korunaklı duvarlar, kasalar, kilitlerin ardına saklayan? Ve bu kadar savunmasız olacağımızı bildiğimiz bu yerde karşımızdaki kişinin gerçekliği, duyguları, yaraları hakkında bir şeyler görmeyi umarız; sonrasında savuma için bir silaha sahip olmak için… Bunu yapabilecek zeki ve becerikli olan danışanı/hastası karşısında terapist Sean Maguire, personası ile özdeşleşmeyi reddetmiş ve gerçekliğini olduğu gibi ortaya koymuştur. Bazıları için “uygun” olmayan bu duygusal patlama, daha önce defalarca terapistlerle karşılaşmış yetenekli Will için bir ilk olmuştur. Karşısında maskesinin ardında ona sıkıca yapışmış bir narsist değil, öfkesi, acısı, kendi oluşuyla kanlı canlı duran terapisti tercih etmiştir. İlk seansları sayılabilecek göl kenarındaki sohbetleri de çerçevenin ve kontratın oluşturulduğu; gerçekliğe dokunmanın cesaret gerektirdiğine ilişkin önemli mesajlar vermektedir her iki tarafa da.

Sean Maguire rolünde hayat bulan terapist bir narsist olmaktan çok uzaktır… Bitmemiş yası olan depresif görünümlü biridir ama bunu saklamaz. Yarası vardır, yarasına bakabilme cesareti vardır. Bu yarayı görebilen kişiler için sabrı ve sevgisi vardır. O “yaralı iyileştiricidir” (wounded healer)…

Hiç bir çıkar için orada bulunmaz; kendini bu zeki adam üzerinden çıkarılabilecek çıkarların hepsinden uzak tutar. Ne bir bilim insanı olması ne savunma sanayiinde önemli bir yere sahip olması ne de Amerikan rüyasını yaşayabilmesi ile ilgilidir. Terapist olarak karşısındaki ile insan insana bir ilişki içinde olmayı, “onu ben iyileştirdim”, “bu benim eserim” diyebilmenin çok önünde görür.

Genç adamın yarasıyla temas edebilmesi için onu olduğu gibi kabul eder. Bu süreç içinde kendini olduğu gibi kabul eder. Gerçek, yorucu, üzücü de olsa hayata dokunmak için oradadır; hem danışanına dokunma cesareti verir hem de bu sırada kendininkine dokunulmasına alan açar.

Seanslarca sabırla bekleyebilir; sessizliğin bir hazır olma öncesi mayalanma olduğunu bilir, sadece hazır olana eşlik edeceğini göstermek için oradadır. Kimsenin ihtiyacının danışanın ihtiyaçlarının önüne geçmesine izin vermez.

Sadece olana açılır. Danışanıyla beraber kendisi de adım adım iyileşmeyi kabul eder.

“Can Dostum”, pek çok perspektifte ele alınabilir. Ancak “bir terapistten ne istiyorum?” sorusuna cevap verebilmek için biçilmiş kaftan gibidir… Filmi izleyen herkes için gerçek ilişki içinde olma, gerçek insanlarla karşılaşabilme arzusunun vücut bulmuş hali gibidir. Ve sadece bunun için bile defalarca izlenmeye değer bir filmdir.


Beyhan ÖZPAR

Psikolojik Danışman

29 Eylül 2014 Pazartesi

Uymak ya da Uymamak… İşte Bütün Mesele!


Bir an için yetişkin olarak kendinizi alıştığınız düzenin dışında hayal edin. Yeni bir yerde bulunduğunuzu, etrafınızda yeni insanların olduğunu, her gün yaptığınız şeylerin dışında bir şeyler yaptığınızı ve bütün bu olan bitene sizin karar vermediğinizi düşünün. Şimdi bu düşüncenin size yaşattığı duygulara bakmaya çalışın; nasıl hissediyorsunuz? Alıştığınız konfor alanınızın dışına çıkmak, rutinlerinizin bozulması ve yeni rutinlerin bir an önce alışmanız için önünüze konması nasıl bir duygu?

Şimdi yukarıdaki tüm soruları bir çocuk olduğunuzu düşünerek yanıtlamaya çalışın; bazı duyguların adlarını bile bilmediğinizi fark ettiniz mi? Tam olarak ne olup bittiğini anlamadığınızı fark ettiniz mi?

Her yeni durum kendi içinde kolaylaştıran iyi yönler kadar, zorlaştıran kötü diyebileceğimiz yönler barındırır. Yeni bir duruma/ortama geçiş yapılmadan önce bu süreci yaşayacak olan bireyin buna hazır olduğuna ya da ihtiyaç duyduğuna ilişkin belirtilerin olması önemlidir. Bu yeni duruma önceden karar verilmesi, ilgili kişilerce bu kararın paylaşılması, yeni durum hakkında bilgi toplanması ve bu bilgilerin paylaşılması, tam katılım öncesi bu yeni durumla ilgili küçük denemeler yapılması ve tüm bu süreç içinde deneyime/duruma olumlu duyguların ve atıfların eşlik etmesi süreç içinde kolaylaştırıcı etkiye sahiptir. Bu şekilde süre giden bir “alışma dönemi”, süreç içindeki birey için katlanılabilir bir heyecan ve bu heyecana eşlik eden merak şeklinde ortaya çıkar.

Diğer taraftan yeni durum bunu deneyimleyecek kişi tarafından talep edilmemiş, ihtiyaç duyulmamış ya da hazır olunmamış bir şey olarak karşısına çıkıyorsa başlangıçtan itibaren süreç uygun planlanmamıştır. Bireyin karara katılımı sağlanmamış ya da karardan haberdar edilip hazırlanmamışsa, neyle karşılaşacağına ilişkin bir fikri yoksa ve ayrıca bu yeni durum/olayla ilgili hiçbir tanıtıcı deneyimi yoksa veya varsa ancak tüm bu denemelere olumsuz duygulanımlar eşlik ediyorsa, süreç zorlaşır. Yoğun bir endişe ve bu yeniliği reddetmek kaçınılmaz olur.

Şimdi çocukların, genelde “yeni durumlara”, özelde ise “okula” uyum süreçlerine bu çerçeveden bakmaya çalışalım.

Çocuklar yaşlarına bağlı olarak dünyada biz yetişkinlerden daha az zaman geçirmişler dolayısıyla daha az deneyime sahip olmuşlardır. Deneyimleri hayata yönelmelerinde ve yeni durumlara/deneyimlere açık olmalarında yola çıktıkları şemaları belirler. Bir yetişkine göre daha az şemalarının olması ve rutinlerine daha bağlı olmaları bu bakış açısıyla bakıldığında normaldir. İki yaşındaki bir çocuk ile dört yaşındaki bir çocuk arasında da yaşam deneyimi açısından belirgin farklar vardır.  Ve bu belirgin farklar sadece yaşa değil, ailede/ev yaşantısındaki rutinlerine, ihtiyaçlarının karşılanma biçimi ve alışkanlıklarına ve en önemlisi ebeveynlerinin genel tutum, davranış ve duygulanımlarına göre değişim gösterir.

İki yaşında bir çocuk, dört yaşında bir çocuğa göre eve, evdeki alışkanlıklarına ve düzenine daha bağlıdır çünkü daha az yaşam deneyimine sahiptir ve elindeki tek referans noktası da “o zamana dek yaşadıklarıdır”. Dört yaşındaki bir çocuk ise iki yaşındakine görece daha fazla insan ile bir araya gelmiş, daha fazla olumlu/olumsuz durumla karşılaşarak sosyal becerilerini geliştirmiş, duygularını fark edebilmeyi ve olumsuz durumlarla baş edebilmeyi başarmış; farklı durumlarla, yeni deneyimlerle daha fazla karşılaşmıştır.

Yaşa, aileye, rutinlerin işleyişine, alışkanlıklara, aynı dönemde olan değişikliklerin çokluğuna ve tüm bunlara bağlanan beklenti ve duygulanımlara bağlı olarak çocuklar yeni durumlara birbirlerinden çok farklı uyum ve alışma süreçleri geçirirler. Genel çerçeveler çizmek mümkünse de her bir çocuk için farklı tanımlanması gereken uyum sürecinden bahsetmek daha doğru olur.

Okul ise tüm yeni durumlar içinde çok özel bir konuma sahiptir. Bu özel konum, okulun sadece bir eğitim-öğretim ortamı sağlamaması, bundan daha fazlasının temsili olmasındandır. Okul sadece “akademik” bilgilerin öğrenildiği bir öğrenme ortamı değildir; sosyal ve toplumsal işlevleri olan bir deneyim alanı ve toplumun yansıtıcısı olan özel bir öğrenme ortamıdır. Dolayısıyla diğer yeni durumlardan ayrılan özel bir anlamı vardır. Okul bir çocuk için daha önce hiç karşılaşmadığı birçok çocuğun bulunduğu, biricik ve özel olarak onaylansa da diğerleri ile birlikte yaşadığı, tüm koşulların kendi etrafında dönmediğini ve koşuların diğerleri için de var olduğunu gördüğü, en önemlisi de kendi dünyasından dışarı çıkıp diğer dünyalarla karşılaştığı bir yerdir.

Okula alışmak, uyum sağlayabilmek için her çocuğun kendi zamanı vardır. Başlangıçtan itibaren eğitimciler her bir çocuğun okula alışabilmesi için onu tanımaya ve ona uygun bir planlama yapmaya çalışır. Bununla birlikte gerçek bir uyumun sağlanması için her bir çocuğun aylara ihtiyaç duyduğunu da bilirler.

Süreç adım adım planlanır, her bir adımda çocuğun bu adımlara verdiği tepkiler değerlendirilir. Aynı zamanda alışma sürecini kolaylaştıracak bilgilerin edinilmesi için ailelerle çocukların günlük rutinleri, alışkanlıkları ve yaşam deneyimlerine ilişkin bilgi toplamak üzere bir araya gelinir.

Evdeki rutinler ve alışkanlıklar, okul ve ebeveynlerin/bakıcıların tutumları ne kadar paralellik gösterirse; çocuk için ev ve okuldaki düzenleme ne kadar benzer olursa alışma süreci o kadar kolay olur. Okul toplumsal hayatın aynası ve öznel gerçeklikten çok dış gerçekliğin bir temsili olduğu için, paralellik ya da benzerlik olmayan noktalarda okulun yönlendirmelerinin aile tarafından dikkate alınması ve ailenin okula güven duyması, çocuğun da okula güven duymasına ve daha az zorlayıcı bir alışma süreci geçirmesine katkı sağlar.

Çocuğunuzun yeni bir duruma ve/veya okula uyum sağlamasını kolaylaştırmak için:

·         Çocuğunuzun yaşını, yaş dönemi özelliklerini dikkate alın. Yaş dönemi özellikleri çerçevesinde hazır olup olmadığını değerlendirin.

·         Bunun “kimin ihtiyacı” olduğundan emin olun. Yeni durumun, sizin işinizi kolaylaştıracak bir şey olduğu için mi yoksa onun hayatına doğru zamanda ve gerçekten o ihtiyaç duyduğu için girecek bir şey mi olduğunu tekrar gözden geçirin.

·         Aynı zamanda pek çok değişikliğin olmadığından emin olun. Bir şeye uyum sağlamak başka, birden çok şeye uyum sağlamak ise başka bir efor sarf etmeyi gerektirir. Çocuğunuzun aynı zamanda pek çok şeye alışmasını beklemek aynı zamanda pek çok cephede savaşmasını beklemektir.

·         Çocuğunuzdan ayrılmak, onun başka bir yere gitmesi ve gideceği yer/bulunacağı yeni durumla ilgili duygularınızı ve davranışlarınızı gözlemleyin. Ondan ayrılmak sizin için endişe verici değilse, başka bir yerde/durumda bulunması sizin için sorun değilse ve bu yeni durumun sağlayıcılarına/yeni yere ilişkin olumlu duygularınız ve güveniniz varsa, çocuğunuz da bu süreci daha kolay geçirecektir. Bunun tam tersi bir tabloda davranışlarınız da duygularınıza eşlik eden bir tablo oluşturacak ve çocuğunuz en güvende hissettiği alıştığı durumda/yerde kalmak konusunda ısrar edecektir.

·         Bu yeni durum hakkında bilgi toplayın ve bunu güvenle yapacağınızdan emin olun. Bundan sonra çocuğunuzu yaşına uygun şekilde, fazla beklenti içermeyecek bir biçimde hazırlayın. Ardından da bu yeni durumla ilgili olumlu referanslar edinebileceği küçük denemeler düzenleyin ve çocuğunuzun deneyimlemesine olanak yaratın.

·         İşbirliği çok önemlidir. Güvenle teslim ettiğiniz yeni bir yer, rahatlıkla içine bırakabildiğiniz yeni bir durumda çocuğunuza eşlik edecek kimseleri, çocuğunuz ile ilgili önemli bilgilerden haberdar edin. Eşlikçilerin süreçle ilgili gözlemlerini ve değerlendirmelerini dinleyin ve siz de gözlemlerinizi mutlaka paylaşın. Her adımın planlanması için bu bilgiler hem siz hem de eşlikçiler için çok yararlıdır.

·         Uyum ve alışma sürecinin dalgalı bir süreç olduğunu unutmayın. Yeni bir mekanı tanımak, yeni insanlarla bir arada bulunmak, bir parça engellenmiş hissetmek ve bununla baş etmeyi öğrenmek zaman alan bir süreçtir. Tatil ve rahatsızlıklardan sonra, evde bir değişimin ardından ve belli yaş dönemlerinde çocuğunuz daha önce alışmış olduğu bu duruma/yere hiç alışmamış gibi davranabilir ve bu normaldir. Tekrar dengelenebilmesi için çocuğunuza zaman verin ve bu yeni durumla paralel giden evdeki rutininizi sürdürmekte kararlı olun.

Bir çocuk için en önemli referans kaynağı anne babasıdır; rahat ve güvenli yönelen anne babalar, çocukları için güvenli ve rahat yönelebilecekleri bir çevrenin teminatıdırlar. Alışma sürecinde anne baba olarak siz de kendi duygularınıza bakın ve bu sürecin sizin için anlamını görmeye çalışın.

Unutmayın, anne baba olarak sizin için bu geçiş sürecinin anlamı ve nasıl olduğu, çocuğunuz için sürecin anlamını ve nasıl olduğunu belirleyecektir.

 

                                                                                                          Beyhan ÖZPAR

                                                                                                          Psikolojik Danışman

20 Eylül 2014 Cumartesi

Futbol Hayattır, Gerisi Detaydır…



Futbolun hayata egemen olduğu bir coğrafyada kadın olmak bazen çekilmez olsa da aslında futbolun bize hayat hakkında öğrettiği pek çok şey var diye düşünüyorum. Hatta bir adım ileriye giderek, futbolun hayatın bir temsili olduğu ve belki kendi hayatlarından memnun olmayan kitlelerin yeni, farklı bir hayat yaşama şansı olduğu için bu kadar önemli olduğunu söyleyebilirim genel gözlemlerimden yola çıkarak. “Uçtum” mu? Aşağıda bazı gözlemlerimi paylaşmaya çalışacağım ve siz karar verin benzerlikler konusunda; nasıl olsa “uçmak serbest”… Hatta belki benim kaçırdığım bazılarını sizler bulup ekleyebilirsiniz.

 Başlarken her maç bir mücadele ve belirlenmiş oyun stratejileri olarak başlar. Sonra “avantajlı” takımlar hayal kırıklığı yaşayabilir, yıldız oyuncular düşebilir ve hiç fark edilmemiş gizli yıldızlar parlamaya başlayabilir, sürpriz takımlar şampiyon olabilir... İnsan hayatının bir özeti gibidir, kötü koşullarda yetişip önemli bir kişi olabilirsiniz ya da en yüksekten başlayıp hayata hızla tükenebilirsiniz.

Maç 90 dakika… Bu tıpkı kendimize biçtiğimiz ortalama yaşam süresi gibi bir zaman dilimidir aslında. Mesela kar şiddetle yağabilir ve maç iptal edilebilir… Taraftarlar “nasıl?” diye tepkiler gösterirken hakem hava koşulları, izleyicilerin olumsuz tutumları gibi şimdilik sadece ikisini sayabildiğim sebeplerden dolayı maçı erken bitirebilir. Tıpkı bir hayatın erkenden, öngörülemez bir biçimde sonlanması gibi… Ya da bakmışsınız uzatmalar oynanmış hatta iş penaltılara kalmış… Beklentinizi aşan ve ne zaman sonlanacağını merak ettiğiniz uzun yaşamlar gibi maç uzayıvermiş.



Bir futbol takımı belli mevkiler, yedek kulübesi, teknik ekip, yöneticiler ve taraftarlardan oluşur… Bir insan da aynen bu şekilde hayatta farklı pozisyonları farklı zamanlarda ya da aynı zamanda farklı ortamlarda deneyimleyebilir. Sadece bu da değil; bazen bu yolla kendimizi sorgulayabiliriz belki de… Bir forvet gibi önde mi oynuyoruz tüm oyunlarımızı yoksa bir yedek oyuncu gibi sıramızı mı bekliyoruz arzulu ve endişeli? Antrönerler ve masörler gibi sürekli birilerinin hazır olması veya hazır olmaması durumunda mı çıkıyoruz sahaya ve görünüyoruz? Yoksa bir teknik direktör gibi miyiz elimizi çok fazla taşın altına koymayan ama sürekli nerede ne yapılacağı konusunda diğerlerini yönlendiren…

Kaçan gollere ve pozisyonlara ne demeli? Her şey çok iyi planlamıştır ve gole giden yolda harika bir atak yaparsınız. Paslar atılır, top ayağınızdadır ve o şahane anda karşı takımın kalecisi topu tutar, top dışarıya gider, hay Allah offside olmuştur, direğe çarpıp seker ve hatta belki karşı atakla gol bile yiyebilirsiniz… Hayat da böyle değil midir? Hazırlanırsınız, o harika fırsat elinizdedir ve maalesef kaçıp gidebilir. Ya da belki siz gol atmayan ama o mükemmel koşulları hazırlayansınızdır ve bazı maçlarda gördüğümüz gibi arada mevkiinizden çıkıp şansınızı gol atmak üzere denersiniz, ya tutarsa? Ve hatta hep golleri tutmak zorunda kalansınızdır belki… Ancak çok riskli durumlarda ya da artık maç bitmek üzereyken kalenizden çıkıyorsunuzdur. Daha da kötüsü, sonuç kötü olursa sizi en azından denediğiniz için takdir edip üzüntünüzde eşlik edecek pek az kişi çıkar; gerisi sadece kızgınlık ve kahırdır…

Yedek kulübesi başka bir yaşam formudur; pek çoğumuzun “yedek kulübesi” hayatı yaşarız aslında. Bekleriz, izleriz, maç oynanır ve biz oynayanları görüp onlardan biri olmayı hayal ederiz. Bazen o an gelir ve sahaya çıkabiliriz; mevkii fark etmez, kendimizi gösterme zamanlarıdır onlar. Yedek kulübesinden çıkıp devleşmek gerçek bir şanstır her zaman, o muhteşem fırsatın geri tepmesi mümkündür. O mühim golü, önemli pası atamayabilir ya da kaçırabilir veya yedek kulübesinden çıkar çıkmaz sakatlanabilir ve oyun hayatınıza veda edebilirsiniz. Yedek kulübesinde izleyen olmak beceriksiz ya da yetersiz olduğunuz anlamına gelmez üstelik, sadece uygun zamanda, uygun yerde olup, uygun hareketi yapamamış olduğunuz anlamına gelir. Ve hep içinizde bir yerlerde bunun böyle olduğunu bilir, yine de beklersiniz.

Peki, taraftar nedir, kimdir, nasıl bir hayat yaşar? Endişeli taraftar vardır, kendini takımıyla özdeşleştirir; tıpkı gerçek hayatta da kendinden yüce bir şeyler arayan ve ona sıkıca bağlanıp o olmak isteyen insanlar gibi. Ya da coşkuludur, öfkesi de neşesi de gürül gürüldür; izlediği yaşamın heyecanlarından kendi yaşıyormuş gibi doyum sağlayan başkalarına benzer. Veya kederlidir, küme çıkmanın, büyük liglerde oynamanın, şampiyon olmanın hayallerini kurar ama kendisi gerçekleştiremez, onun parçası olmadığını bilir…

Başlangıç düdüğü ilk çığlık, sonlanma düdüğü cenaze töreni gibidir. Rövanşlar olur bazen; bu ikinci şans dediğimiz önemli bir hastalıktan ya da kazadan kurtulma da olabilir, ruhsal bir dönüşüm veya reenkarnasyon inancımız da. Daha farklı ve daha “iyi” olacağı umudu taşınır ama sadece bir şansımız olur… Ve sonrasında maç biter, lig sona erer.

İnsan hayatı gibidir futbol. Her biri çok önemli oyunlardır, her bir bileşeni ayrı bir dünya ve yaşamdır. Aynı heyecanda, aynı solukta birleşir. Günü geldiğinde tıpkı bir maç gibi sonlanır insan ömrü; geride ya büyük zaferler, bol şans ya da çokça emek bırakır veya olmayan şeylerin üzüntüsü, kaçan fırsatların ağırlığı ve iyi oynanmamış bir maçın pişmanlığı kalır.

 

Beyhan ÖZPAR

7 Eylül 2014 Pazar

“Benimle Konuşan Kim?” – Bir Dil Olarak Sinema…


“Dil” nedir? Sadece semboller ve kavramlardan mı oluşur? Bu sembol ve kavramların işaret ettiği daha derin bir anlam var mıdır? Bu anlam kimin anlamıdır; dili kullanarak konuşanın mı, dili duyarak çözümleyenin mi? Dil sadece söylediklerimizden ve duyduklarımızdan mı ibarettir?

Dili düşünmeye başlayınca, kendisini çevreleyen pek çok dili fark ediyor ve onlar hakkında düşünmeye başlıyor insan; hayvanların, bitkilerin dilini, evrenin dilini, tanrının dilini, eşyanın dilini ve daha sayamadığım pek çoğunu… Peki, iletişimin bir aracı olarak “dil”, ne zaman, neden, nasıl girdi hayatımıza?

Arkaik atalarımız dili ilk önce diğer hayvanlar gibi kullandılar; Homo Neandartalis dili sadece çevrelerini tanımlamak için kullandılar. Dünyaları sınırlı ve sadece çevreleyen, duyum sınırları içinde olan bir içeriğe sahipti. Hayat yeni kaynaklarla, yeni alanlarda yol bulunca kendine, Homo Sapiens dili bir adım öteye taşıdı.  Dünya büyüyor, yeni yerlere gidiliyor ve yeni türlerle karşılaşılıyordu. Yalnız ya da küçük gruplarda yaşamak daha zorlaşıyor, insan türü hızla çoğalıyordu. Ve Homo Sapiens daha büyük gruplarda yaşayabilmek gerektiğini fark etti. Ama bunun için daha fazla dil gerekiyordu.

Dil önce grubun devamlılığını sağlayacak sosyal normları koruma için dedikoduyu yarattı; ilişkiler ağı, güven meseleleri ve kişinin grupta kendini güvende hissetmesi için… Bu yine var olan şeylerden bahsetmekti. Oysa grup büyüdükçe onları bir arada tutacak şey bu ilişkiler ağı ve reel dünyanın üstüne çıkmak zorunda kaldı;  insan görünmeyeni, olmayanı konuşmayı icat etti. Bu hayali dünyanın keşfi, şimdi kullandığımız ve biz insanoğlunu tüm diğer türlerden ayıran “kurgusal dilimiz”, içinde yaşadığımız grupların daha da büyümesine, kabileler oluşturmamıza yardımcı oldu. Bu bilişin ve insanlık tarihinin ilk devrimi ve şimdiki modern toplumların temel taşıydı…

Kurgusal dilin biz insana en büyük hediyesi, büyük grupları peşine takıp sürükleyecek bir hayal, bir fikir, bir tanrı, bir öykü ya da bir korku nesnesi yaratması oldu. Atalarımız bir ateşin etrafında, bu var olduğunu görmedikleri ancak kendisine topluluktaki her bir birey tarafından atfedilenler kadar özelliği olan kurgularını paylaştılar ve bir arada kalmayı sürdürebildiler… Böylece sadece dış dünyayı değil, iç dünyayı da keşfettiler; sadece grubun devamını sürdürebilecek normları değil, inanmayı, sakinleşmeyi, savaşmayı ve içsel olarak bütünlüklü kalabilmeyi kolaylaştıran ruhsal yasaları da yavaş yavaş oluşturmaya başladılar.

Kurgusal dil bize konuşularak uzlaşılacak bir temelin ötesinde olanaklar sundu; konuşmadan, sadece hayalini kurarak ya da düşlemleyerek üzerinde mutabık olunabilecek bir varoluş ve dünya… Bu da insanlık tarihi içinde dönüşümler geçirdi; önce genel kurallar, ardından hikaye ve ritüeller onları takiben mitler, tanrılar, şeytanlar; sonrasında daha büyük toplulukları bir arada tutabilmek için dinler ve modern dünyada da fikirlere evrildi. 

Modern dünya insanlarına fikirlere inanmak yetmedi; onlar arkaik kökenlerinin içsel ihtiyaçlarına, düşlerin verdiği güce geri dönmenin açlığını çekmeye başladılar; çünkü fikirler zihinsel bir boşluğu doldurabiliyordu ancak ruhsal bir ihtiyacı doyurmuyordu… Bireyselleşme adı altında büyüyen modern insanlar, kalabalıklar içinde kendi mitlerinin peşine düştüler. Ancak buna yardımcı olacak hikaye anlatıcıları ve şamanlar kalmamış, ruh sağlığı çalışanları ise bunu anlayamamıştı. Artık ateşin başında toplanmak yoktu, güvenli alanlar sınırlanmıştı. Ve insanoğlu kendisi ile konuşabilmenin bir yolunu aradı; insanın kendini kendine anlatmasının bir aracı olarak sinema doğdu.

Şimdi insana yeni ve kendisiyle ilgili hikayeler anlatma zamanıydı. Önce yeniden ateşin başına geçmek gerekiyordu; beyaz perde bunun yerini tutar mıydı? Ya şaman, anlatıcı; hikayeyi yazan, yöneten yeni şamanlar olabilirdi. Ve oyuncular; ateşin başına toplanmış kalabalıkların sadece düşleyerek, hayal ederek görebildiklerini, birer vücuda taşıyabilir, performe edecek yeni imgeler, idoller yaratmak mümkün olabilirdi. Geriye sadece hikayeler kalmıştı; insanın arkaik açlığını doyurup onları bir araya getirecek ama modern zamanın gerekliliklerine göre “bireysel bir düşü” uyandıracak hikayeler… Hikayeleri bulmak çok kolay oldu; arkaik ve antik kurgusal dilin ürünlerini modern psikoloji biliminin süzgecinden geçirip, teknolojinin tüm imkanlarıyla harmanladıkları zaman yeni şamanlar, insanlığa kendi hikayelerini anlatmaya başladı.

Önce sadece görüntüler vardı; düş zamanını hatırlamak kolay oldu. İzleyici kendi gerçeğini kolaylıkla sahneye yerleştirebildi. Sonra sesler geldi; görüntülere eşlik eden sözlerle duygulanım yaratmak mümkün kılındı. Ve renklenirken filmler düşlerimiz de renklendi; ortak düşleri aynı renklerde görmek daha fazla insanı bir araya getirdi. Zaman içinde tıpkı kurgusal dilin ürünlerinin dönüşümü gibi, sinemada işlenen konular ve onların işlenme biçimleri de değişti ve her zaman kendisine bunları ilgiyle takip eden izleyiciler buldu. Ateşin başından agoralara, tiyatro sahnelerinden ibadethanelere giderken izlediğimiz yolun sonunda sinema salonlarına ulaştık.

Hikaye çağlar boyu bize anlatılan bizim kendi hikayemizden başkası değildi. Aynı arkaik ihtiyaçlarla modern toplumlarda davranmamızın öğretildiği gibi davranıyoruz. Bizimle konuşan kitaplar, vaizler, fikirler ve idollerimizin anlattıkları, bilinçdışımızdaki evrimsel “kayıp parçamızın”, “eksiğimizin” yerini tutmuyor. Birlikte düş görmeye ve düşlere inanmaya hala ihtiyacımız var ve kolektif bilinç dışımız bizi sinemaya, filmlere yönlendirmeye devam ediyor. Bizimle konuşanın filmler olduğunu düşünüyoruz, tıpkı rüyalarımız gibi. Ancak konuşulan bir dil ve bir dilin konuşulma biçimi olarak sinema, bize kendimizle konuşmamız için bir alan açıyor. Filmler bizimle konuşmuyor; kendi içsel dilimiz her sinema yapıtı yoluyla kendimizle bir kere daha konuşmamızı sağlıyor.

Sinema salonlarına ihtiyaç duymadığımız bu günlerde, bize kendimizi anlatan filmlere evlerimizdeki televizyonlardan, cep telefonlarımızdan ulaşabiliyoruz artık. Bu yine de kendimizle konuşma çabamızda bulunmamızı engellemiyor. Belki beyaz perde ateşin başında toplanma gücünü biraz yitirdi; ancak onun yerine insan kendine yeni toplanma alanları buldu. Günümüzde sinema ve yapıtları hala gücünü koruyan yeni mitolojiler ve hikayeler üretmeye devam ediyor. Bununla birlikte felsefe, sosyoloji ve en önemlisi psikoloji biliminin katkıları çerçevesinde psikoterapi merkezlerindeki film yorumlama çalışmalarında, felsefe ve sosyoloji gruplarının tartışma odalarında, teknolojinin sunduğu olanaklar çerçevesinde bazen hiç yerinden kıpırdamadan sohbet alanları, forumlar ve gruplarda bu hikayeleri yaşıyor, tartışıyor. Modern zamanın “ateşi” olan ekranlarda bir araya gelme ihtiyacını karşılayıp, yeni mitolojiler olan filmler yoluyla hala kendimizle konuşuyoruz.

                                                                                                                      Beyhan ÖZPAR

Kaynaklar:

Dr. Yuval Noah Harari, İnsanlığın Kısa Tarihi Ders Notları; Kudüs İbrani Üniversitesi, 2014

Ömer Tecimer, Sinema: Modern Mitoloji; Plan B Yayınlar, 2008

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Kömür Hakkında Bildiğimiz Her Şey…


 
 
Okullarda sosyal bilgiler öğretimi istatistiki verilerin karşılaştırılması ve güncellenmesi dışında genellikle belirlenmiş standart bir müfredat üzerinden yapılır. Ortaokul ve lise kademelerinde sosyal bilgiler dersleri farklı dallarda ele alınır. Bu dallardan coğrafya, en az tarih kadar milli kaygılarla kurgulanmıştır; dünya coğrafyası ile ilgili sınırlı bilgimize rağmen ülkemizin “milli kaynaklarının” tanıtılması için coğrafya dersi önemli bir araç olarak karşımıza çıkar. Amaç her ders ve disiplinde olduğu gibi farkındalık yaratmaktır. Ancak bu farkındalığın özel bir adresi var mıdır? Bu derslerle neyin farkındalığının kazanılması temel hedeftir?

 
Hepimiz ve hatta şimdiki ortaokul ve lise öğrencileri, beşeri coğrafya dersi hakkında pek çok şey öğreniriz. Hatta öğrendiklerimiz o kadar kıymetlidir ki sınavlarda sorulur; bizler de hatırlamak için ezberler yaparız – yapardık, yapmaya devam ediyoruz-. Benim en çok hatırladığım beşeri coğrafya konuları grafik okumalarımızın zorunlu olduğu, ne nerede yetişir, ne nerede çıkar sorularına cevap verdiklerimiz oldu. Mesela “kömür” bu derslerden birinin konusuydu ve biz nerede çıktığı, ne kadar üretildiği vs. gibi pek çok şey öğrendik. Hatta kömürün ne olduğunu da bu dersler kapsamında öğrendik. “Kömür, yüksek yanma gücüne sahip bir fosil yakıttır.” Burada önemli vurguların bunun bir yakıt olduğu, Türkiye’de madenlerde çıkarıldığı, önemli bir milli kaynak olduğu ve tabii ki fazla kullanımında hava kirliliğine neden olduğu üzerine yapıldığını hatırlıyorum. Bu bağlamda kömürün en büyük zararı sadece “hava kirliliğine neden olmasıydı”.


Şimdi paylaşacağım bilgiler Vikipedia ve Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nün sitelerinden alındı.

Kömür, katmanlı tortul çökellerin arasında bulunan katı, koyu renkli ve karbon bakımından zengin kayaçtır. Kömür (taşkömürü) torkugillerden oluşur.

Dünyanın çoğu bölgesinde bulunan kömüre, yerin yüzeye yakın bölümlerinde ya da çeşitli derinliklerde rastlanır. Kömür çok miktarda organik kökenli maddenin kısmi ayrışması ve kimyasal dönüşüme uğraması sonucunda oluşan birçok madde içerir. Bu oluşum sürecine kömürleşme denir. (Vikipedia)”

Tüm Dünyada Günlük Hayatta Kömür Niçin Önemlidir?

Kömür Dünyada en yaşlı bir şekilde bulunan, güvenilir aynı zamanda düşük maliyetlerle elde edilebilen temiz bir fosil yakıtıdır.

Yaygın: Kömür Dünya'da 50 den fazla ülkede üretilmektedir. Kömür rezervleri diğer fosil yakıtlar gibi (petrol ve doğalgaz) Dünya'nın belli bir bölümünde değil fakattüm dünyada yaygın bir şekilde bulunmaktadır.

Emniyetli: Kömür kullanımı, depolaması ve nakliyesi açısından en emniyetli fosil yakıttır.

Güvenilir: Endüstriyel ve diğer alanlarda elektrik enerjisinin rekabetçi fiyatlarla ve güvenilir olarak temini açısından, kömürün Dünyada yaygın bir şekilde bulunuşu ve birçok ülke tarafından üretiliyor oluşu tedarikte güvenirliliği sağlamaktadır.

Temiz: Temiz Kömür Teknolojileri kullanılarak günümüzde kömür tüm dünyada doğayı doğayı kirletmeden kullanılmaktadır.

Ucuz: Elektrik Enerjisi Üretiminde ucuz ve rekabetçi bir yakıt olması nedeniyle Dünya elektrik üretiminin yaklaşık % 40 ' ı kömürden karşılanmaktadır. (MTA Genel Müdürlüğü Maden Analizleri ve Teknolojisi Dairesi – Ankara)”

Şimdi başa saralım… Bugün, daha önce birçok defa yaşadığımız kömür madeni kazalarından birini daha yaşıyoruz. Defalarca, onlarca insanın ölümü ile sonuçlanan bir maden kazası, bu defa toplu katliam olarak yaşandı ve ülkece yüzlerce canın yasını tutuyoruz.

 
Yukarıda ben önce hatırladıklarımı paylaştım, ardından hala okullarda kömür ile ilgili öğretilenlerin kaynağından gelen bilgilere değinmeye çalıştım. Yani biz okullarda hala kömürün YAYGIN, EMNİYETLİ, GÜVENİLİR, TEMİZ ve UCUZ oluşunu öğretmeye devam ediyoruz. Evet, kömürün kendi doğası hakkında yanlış bilgilendirilmiyoruz ancak kesinlikle eksik bilgilendiriyoruz, bilgilendiriliyoruz. İşin gerçek beşeri ve insani kısmına odaklanmak hiç aklımıza gelmiyor. Hala bu süper yakıtın ki bize emniyetli, güvenilir ve ucuz olarak öğrettiler ve öğretmeye de devam ediyorlar, insan hayatına değen kısmı ile ilgili bilgi vermiyoruz. Bu konu hakkında çocukların ve gençlerin düşünmesinin önüne geçtiğimiz gibi, hala yöneldiğimiz şey beşere ekonomik olarak katkısı…

 
Gelin tartışalım; kömür madde olarak emniyetli olabilir, insan hayatına değdiği yerde bu emniyet nasıl ortaya çıkıyor? Bu emniyet gerçek ve güvence altına alınmış mı yoksa sadece yakıtın doğası ile mi sınırlı? Bu yakıta ulaşmak için insan hayatı ne kadar emniyet altına alınmış? Tedariki kolay olan ve pek çok alanda kullanılan bu yakıt insan hayatına değer mi? Ucuz olma özelliği neye göre belirleniyor; diğer yakıtlarla karşılaştırıldığında daha az maliyetle çıkarılıyor olmasıyla mı? Elde edilme koşulları düşünülünce maliyetinin ve tüketiciye sunulmasının ucuzluğu, insan hayatı ile kıyaslanabilir mi? Kömür, çıkarıldığı yerler ve çıkarılma koşulları düşünülünce, madende çalışarak bu kaynağa ulaşmamızı sağlayan bir madenci için ne kadar güvenilir?

 
Kuru bilgi yerine tartışma ve düşünmeye teşvik edelim diye bir daha soralım; kömür insan hayatına değdiği yerde hem çıkaran hem de tüketen için gerçekten ne kadar güvenilir, emniyetli ve ucuz? Ve neden okullarda hala biz, bizlere verilmiş ezber bilgiler yerine insan hayatına değen gerçek konuları tartışmamayı sürdürüyoruz?


İşin ekonomik boyutu tartışmaya açılabilir. Ülke ekonomisine olan katkısı ve etkisi gözden geçirilebilir. Gerçekten ekonomik büyümeye mi yoksa işletmecilerin ceplerinin büyümesine mi hizmet ettiği yeniden değerlendirilebilir. Bu ekonomik büyümeye katkı üzerinden, ülke halkının ve hatta özellikle bu sektörde çalışan işçilerin ekonomik olarak nerede oldukları araştırılabilir. Her şeye en baştan, başkaları tarafından bizim için belirlenmiş çerçevenin dışına çıkıp tekrar bakılabilir.


Bu noktada yine değerler eğitimi ve etik tartışırken buluyoruz kendimizi. Okullar eğitim ve öğretim kurumlarıdırlar. İş, diğer okullardan farklı bir modelle yapıyorum bunu, çocukları sınava harika hazırlıyorum, çok sosyal çocuklar yetiştiriyorum ve hepsinin bir sosyal başarısı var ya da hepsi enstrüman çalabiliyor çok yetenekliler bakın gibi bir yere doğru gidiyorsa o zaman biz okullarda hala sadece öğretim yapıyoruz diyebiliriz.


Eğitim yapmaya ne zaman başlarız? Eğitim yapmaya, soru sormaya, sorulan sorular için cevap aramaları yönünde çocukları cesaretlendirmeye ve buldukları cevapları büyük ve açık bir yürekle kucaklamaya başladığımız zaman başlarız. Bir ortamı sadece bilgi ve kavram düzeyinde ne öğrendiklerinden çıkarıp ruha, yüreğe, insanlığa değen ne edindiklerine baktığımız zaman eğitim yapmaya başlarız. Eğitimi, “bir yöne doğru eğmek”  olarak algılamaktan çıkıp, bir çocuğun nereye doğru eğilmek istediğine hatta eğilmek isteyip istemediğine bakarak yapabiliriz. Bu, çocukların içinde varsa “kötü” ve “yaramaz” şeyler, onları ortadan kaldırıp yerine bizim istediklerimizi doldurarak değil, onların gerçekliklerini anlayıp, gerçekliği sorgulamalarına olanak tanıyarak yapabileceğimiz bir şeydir. Bir çocuğa insan olmanın ne kadar kıymetli bir şey olduğunu yaşatamıyorsak, onları bu kıymetli şeyin yararına düşünmeye yönlendiremeyiz. Eğitim ancak her şeye doğasının kıymetini anlayıp, bunu o şeylere de yaşatarak yapılabilir. İnsana insan olduğu, tabiata tabiat olduğu için değer vermediğimizde bunun önemli ve anlamlı olduğunu çocuklara, gençlere nasıl anlatabiliriz?

 

Şimdi ülkemiz, okullarda öğretilmeyen bir insanlık dersinin sınavına girdi. Kömür hakkında bildiğimiz her şey maalesef bu sınavı geçmeye yeterli olmayacak gibi. Gerekli olan bilgiler ise ya özümüzden bir yerlerden fırlayıp çıkacak ya da bir sonraki sınavda kalmamak için okullarda artık sadece öğretim yapmaktan vazgeçip, eğitim yapmaya başlayacağız.

 

 

Beyhan ÖZPAR

Psikolojik Danışman

19 Nisan 2014 Cumartesi

Gezmek, Görmek, Yemek, İçmek...

Reggio Şekeri: Samir
Bir süredir yazmadım. Daha önce söylemiştim aslında tembel olduğumu:) Bugün başka bir telden çalacağım...
Geçtiğimiz 15 gün benim için çok yoğun ve yorucu geçti. Önce okulun düzenlediği İtalya gezimiz gerçekleşti ardından -ama hemen ardından- dört günlük bir eğitime katıldım. Sonra da aralık vermeden doğru okula, iş başına... Gerçekten hiç dinlenmeden geçirdiğim bu on beş günlük zaman zarfının dinlendiğim tek günü dün oldu :) Yarım günüm olduğu için eve erken geldim ve dinlenebildim. Bu sabah bunun huzuru ile yazıyorum sanırım.
İtalya seyahatimizin amacı öğretmenler olarak çalıştığımız kurumun temel yaklaşımını yerinde görüp deneyimlemekti. İtalya'da, İtalya'nın kuzeyinde yer alan Emilia Romagna bölgesinin küçük kentlerinden olan Reggio Emilia'ya gittik. Pazar günü Bologna'ya varan uçağımız ve günün pazar olmasının rahatı ile Bologna'yı gezebildik. Daha önce de İtalya'da bulunmuştum ve şehri yürüyerek  gezdiğimizde kabaca bir fikir sahibi olabileceğimi bilmek beni keyiflendirdi. Nitekim düşündüğüm gibi de oldu...
Bologna'da detaya inemesem de kent hakkında bir fikre sahip olabildim. Ancak bununla ilgili olarak sonra yazacağım. Çünkü İtalya'dan ayrılmadan önce, gruptan erken ayrılıp bir kez daha kenti görebilme şansım oldu.
 

Tren ile Reggio Emilia'ya vardığımızda akşam olmuştu ve tipik bir İtalyan akşamı karşıladı bizi; her yer bomboştu:) Yürüyerek otelimize vardık ve pazartesi sabahına uyanmak üzere dinlenmeye geçtik.. Genel olarak Reggio Emilia küçük bir yer. Büyük olsaydı bir şey fark eder miydi bilmiyorum, Roma'da bile her yeri yürüyerek gezdiğimiz düşününce :) Bu küçük kasaba, İtalyan usulü sadece bina yüzü gördüğünüz ancak koca kapılarının ardından muhteşem avlulara açılan güzel, yürünesi sokaklar ve oturup keyif alacağınız meydanlarla dolu. İnsanlar mutlu. Her ne kadar bu krizde nasıl mutlu olabilirler diye düşünülebilir ancak mutlular... Sakin ve huzurlu hayatlarına devam ediyorlar ve her anı yaşadıkları, hayatın tadını çıkardıkları her hallerinden belli oluyor. Bütün o dokümantasyon merkezi, geri dönüşüm merkezi, okul, atölyeler gezileri sırasında gördüğüm en önemli şey sadece bizim grubun koşturduğu oldu... Ve bu bana acıklı geldi; yani neyi kovalıyoruz, neyden kaçıyoruz, neye yetişmeye çalışıyoruz, niye yaşıyoruz gibi sorular sürekli kafamı kurcaladı. İnsanlar bisikletleri ile bir yerden bir yere gidiyor, çocuklar rahat ve özgür, okul çıkışlarında kafelerde arkadaşları ile sohbet halindeler -gerçekten küçük çocuklar bile-, yetişkinler sakin sakin yemeklerini yiyip, içkilerini yudumluyorlar ve hayatla uyum içinde görünüyorlar...
Hazır kafeler demişken :) Bir yere gitmeden önce orayla ilgili biraz araştırma yapmak ve özellikle ne yendiğini bilmek çok önemli diye düşünüyorum. Evet yine pizza ve makarna ama yöreye özgü tatlar önemli. Mesela parmesan peyniri bu bölgede daha kaliteli ve geleneksel. İlk olarak bu bölgede üretilmiş ve parmaggiano emiliana tavsiye edebileceğim önemli bir lezzet. Sadece bu mu; tabii ki değil... Modena, Reggio Emilia dan iki durak önce bir sanayii kasabası. Belki biliyorsunuzdur ama ilk Ferrari bu kentte üretildi ve üstelik bir traktör motorundan :) Neyse, Modena hakkında asıl söylemek istediğim şey sirke... Modena sirkesi dünyaca ünlü bir ürün; ürettikleri balzamik sirkesi saklanmadan da oldukça lezzetli ancak bir de meşe fıçılarda saklanmışlarını denemelisiniz. Gerçek bir gurme ürün ancak tüm gurme ürünler gibi biraz pahalı :) 3,5,10,15,20,25 yıl gibi sürelerde meşe fıçılarda bekletiliyorlar ve bekledikleri süre boyunca fiyatları da artıyor:)
Domuz eti yurt dışında zaten çok tüketilen bir ürün ve bundan bahsetmeye bile gerek yok belki de ancak bu bölgede diğer et ürünlerini de bulmak mümkün.
Sebze yok mu? Olmaz mı :) Bölge tarım bölgesi; ancak nerede aradığınıza dikkat etmelisiniz... Restoranlar ve kafeler sebzeyi garnitür olarak servis ediyorlar o yüzden az tükettiğinizi düşünebilirsiniz. İşte burada kentte kaybolmak devreye giriyor, sanki bu mümkünmüş gibi:) Ben grubun dağılıp yalnız takıldığı bir zaman dilimizde, ara sokakları turlarken -her zaman ne varsa ara sokaklarda vardır diye düşünürüm- elma alabileceğimi düşündüğüm küçük bir dükkan gördüm. Daha çok manav gibi görünüyordu ta ki içine girene dek... Gerçek bir sebze-meyve cennetine düştüm. Buraya vegan-şarküteri diyebilirim sanırım. Sattıkları ender proteinler deniz ürünleri ve tahıllardı ki bunlar da nefis salataların içindeydi... Tezgah, fırınlanmış enfes sebzelerle, çiğ ancak salata için hazırlanmış çeşit çeşit malzemelerle, harika bir meyve salatası ile rengarenk ve çok baştan çıkarıcıydı ve ben bir elma ile kalamadım :) Sonraki günlerde de sebze ve meyve  ihtiyacımı oradan karşıladım; magnifico! Yine restoranda bir şey yiyecekseniz eğer porçini mantarlı, trüf yağlı ya da domates soslu, bol parmesanlı ürünleri tavsiye ederim hem de şiddetle...


Boş bir günümüz oldu biz de bir durak sonra ki Parma'ya gittik... Çok iyi bir fikirmiş. Diğer kentleri gezmedim bu bölgedeki, mesela Reggio Castelfranco'ya ya da Milano'ya gitmedim ancak bence bölgenin yıldızı Parma... Sokaklara daldık, haritamız yoktu sadece sezgilerimize güvendik; ne de iyi yapmışız :) Kent yaşıyor; her yönüyle yani. Çok renkli, keyifli, hayat dolu bir kent ve aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Mesela biraz su :) Kentin içinden bir nehir geçiyor. Kocaman üniversite binası, harika kiliseleri ve güzel sokakları var keşfedilecek. Pek çok sanatçının doğduğu ve ürünlerini ortaya koyduğu yer olduğunu söylemeliyim mesela... Ve İtalya'nın bence en keyifli oyuncakçısına gitmek için de keyifli bir şans sunuyor. Eşimle daha önce Roma'da keşfettiğimiz Citta Del Sole'nin bir şubesini gördüğümde neredeyse ağlayacaktım; eşimin hediyesini de oradan aldım. Her zamanki gibi küçük muhteşem detaylar ve şaşırtıcı ürünlerle doluydu...
 
 




Son gün geldi ve biz -ben ve Pelin-, gruptan erken ayrılıp tekrar Bologna'ya gittik. Daha önce söyledim sanırım, bir yeri gezmenin en güzel şekli orada kaybolmak; tabi yapabiliyorsanız:) Övünmek gibi olmasın ama yer-yön duygum çok ender olarak beni hayal kırıklığına uğratır, oldukça gelişmiştir. Bologna'yı haritasız, daha önceki rotamızı referans alarak ve aralara girip kaybolmaya çalışarak gezdik bu defa.


 
Bologna kırmızı bir kent, kiremit rengi yani... Domatesle yaptıkları enfes sos bolonez sadece kentin adından almıyor adını bence. Bologna'da kiremit rengi binalarından alıyor sanki adını. Gözünüzün erdiği pek çok şey kiremit rengi. Toprağı ve onun renklerini seviyorsanız harika bir kent. Ben kendi adıma şehri yaşamanın iki farklı şeklini gördüm Bologna'da. İlki hafta sonu yaşaması :) Kalabalık fark etmiyor da sanki sokağa çıkan insanlar fark ediyor. Hafta sonu daha çok turistlerin sokakta olduğu bir gün sanki; yani kentin dışından gelenlerin. Ve daha amaçsız ve gürültülü bir topluluk dolanıyor ortalıkta. Hafta içi yaşaması ise biraz farklı; sokaklar yine kalabalık ama bu defa yerlisinin doldurduğu bir Bologna. Yine okullarından çıkmış her yaştan öğrenci, işlerine ara vermiş bir sürü yetişkin  keyifli zamanlar geçiriyorlar; ben kendi adıma hafta içi Bologna'sını daha çok sevdim. Şehre daha çok dokunabilmişim gibi geldi. Bir de haritasız olmanın bir güzelliği vardı açıkçası; kendimi kentli gibi hissettiğim o kısacık zamanlar beni mutlu etti. Yemek içmek kuralları aynı, zaten bölgeye özgü düşünmek gerekiyor sanırım İtalya'da.



Emilia Romagna yemek kültürünün önde olduğu, tarım ve hayvancılığın önemli olduğu bir gurme bölgesi gibi ama yerel üzümlerini tavsiye edemeyeceğim. Bence Toscana bölgesi üzümlerinden yapılan nefis şarapların bir eşi yok İtalya'da. Ve yine sanki İtalya'da yaşıyor olsam ben Toscana'da, Floransa yakınlarında bir bağ evinde yaşamayı tercih ederdim. Aynı gurme zenginliği Toscana'da var tek bir farkla; Toscana'da denizden gelenlerin çeşitliliği daha fazla ve daha güzel kullanıyorlar deniz ürünlerini... Tam bana göre yani :)
Neyse; İstanbul'a geldik. Sevdiğim insanlar burada olmasa sanırım yaşamayı tercih etmeyeceğim bu kente... Evet, biliyorum İstanbul gibisi yok falan filan... Ya bu sadece içinde doğduğumuz kent olduğu için bizi çevreleyen, kendimize söylediğimiz bir yalansa? Neden kendimizi daha özgür, keyifli ve huzurlu hissedebileceğimiz, hayatı kovalamadığımız sadece iliklerimize kadar yaşadığımız bir yerde hayal etmekten korkuyoruz? Bu kararı vermek vazgeçtiğimiz o şahane gelirlerimiz, muhteşem kariyerlerimiz, çabamız, emeğimiz, sonsuz koşturmamız sonrasında karşılaşacağımız boşluk yüzümden mi zor ve bu boşluğu seçmiş olmanın verdiği sorumluluktan, amaçsızlığın "ağır yükünden" mi korkuyoruz? Ya amaç sadece hayatı yaşamaksa; her anını, kaçırmadan, acısını içimizde hissederek, her duygunun içinde biraz kalarak ve içinden geçerek? Nereye yetişmeye çalışıyoruz? O yeri bizim için kim seçti?
İşte böyle sorular daha uçağın iniş manevraları sırasında içimi doldurdu. Sanırım basit bir hayat istiyorum. Kendiliğinden, doğalında zaten karışık olmayan ve ne kadar uğraşsam da karmaşıklaştıracağım bir alanımın olamayacağı kadar basit bir hayat:) İstanbul, yağmur, her hava değişikliğinde cehenneme dönen trafik, işe yatişme, işten eve yetişme, koşturma ve hep bir yerlere varma çabası ama o yere hiç varmama... İstanbul bana Hakan, ailem ve arkadaşlarım gibi güzellikleri sunuyor ama bu güzellikleri yaşamam için hiç zaman bırakmıyor. Ve benim evde olmak, Hakan geldiğinde evin sıcak yemek ve kurabiye kokması, istediğim kitapları okumak, dilediğim kişileri görmek, onlara vakit ayırmak hayalim hep bir hayal olarak kalıyor...
Yazımı bitirirken duam... Bir reklamda diyor ya "hepimiz tatil için çalışıyoruz!"; keyif aldığım için, keyif aldığım kadar ve keyif alarak çalıştığım, tatilin bir ödül değil gelenek ve yeni insanlarla tanışma fırsatı olduğu, hayat için koşmadığım, hayatın içinde yürüdüğüm bir yaşam...

Amin.

Beyhan