7 Eylül 2014 Pazar

“Benimle Konuşan Kim?” – Bir Dil Olarak Sinema…


“Dil” nedir? Sadece semboller ve kavramlardan mı oluşur? Bu sembol ve kavramların işaret ettiği daha derin bir anlam var mıdır? Bu anlam kimin anlamıdır; dili kullanarak konuşanın mı, dili duyarak çözümleyenin mi? Dil sadece söylediklerimizden ve duyduklarımızdan mı ibarettir?

Dili düşünmeye başlayınca, kendisini çevreleyen pek çok dili fark ediyor ve onlar hakkında düşünmeye başlıyor insan; hayvanların, bitkilerin dilini, evrenin dilini, tanrının dilini, eşyanın dilini ve daha sayamadığım pek çoğunu… Peki, iletişimin bir aracı olarak “dil”, ne zaman, neden, nasıl girdi hayatımıza?

Arkaik atalarımız dili ilk önce diğer hayvanlar gibi kullandılar; Homo Neandartalis dili sadece çevrelerini tanımlamak için kullandılar. Dünyaları sınırlı ve sadece çevreleyen, duyum sınırları içinde olan bir içeriğe sahipti. Hayat yeni kaynaklarla, yeni alanlarda yol bulunca kendine, Homo Sapiens dili bir adım öteye taşıdı.  Dünya büyüyor, yeni yerlere gidiliyor ve yeni türlerle karşılaşılıyordu. Yalnız ya da küçük gruplarda yaşamak daha zorlaşıyor, insan türü hızla çoğalıyordu. Ve Homo Sapiens daha büyük gruplarda yaşayabilmek gerektiğini fark etti. Ama bunun için daha fazla dil gerekiyordu.

Dil önce grubun devamlılığını sağlayacak sosyal normları koruma için dedikoduyu yarattı; ilişkiler ağı, güven meseleleri ve kişinin grupta kendini güvende hissetmesi için… Bu yine var olan şeylerden bahsetmekti. Oysa grup büyüdükçe onları bir arada tutacak şey bu ilişkiler ağı ve reel dünyanın üstüne çıkmak zorunda kaldı;  insan görünmeyeni, olmayanı konuşmayı icat etti. Bu hayali dünyanın keşfi, şimdi kullandığımız ve biz insanoğlunu tüm diğer türlerden ayıran “kurgusal dilimiz”, içinde yaşadığımız grupların daha da büyümesine, kabileler oluşturmamıza yardımcı oldu. Bu bilişin ve insanlık tarihinin ilk devrimi ve şimdiki modern toplumların temel taşıydı…

Kurgusal dilin biz insana en büyük hediyesi, büyük grupları peşine takıp sürükleyecek bir hayal, bir fikir, bir tanrı, bir öykü ya da bir korku nesnesi yaratması oldu. Atalarımız bir ateşin etrafında, bu var olduğunu görmedikleri ancak kendisine topluluktaki her bir birey tarafından atfedilenler kadar özelliği olan kurgularını paylaştılar ve bir arada kalmayı sürdürebildiler… Böylece sadece dış dünyayı değil, iç dünyayı da keşfettiler; sadece grubun devamını sürdürebilecek normları değil, inanmayı, sakinleşmeyi, savaşmayı ve içsel olarak bütünlüklü kalabilmeyi kolaylaştıran ruhsal yasaları da yavaş yavaş oluşturmaya başladılar.

Kurgusal dil bize konuşularak uzlaşılacak bir temelin ötesinde olanaklar sundu; konuşmadan, sadece hayalini kurarak ya da düşlemleyerek üzerinde mutabık olunabilecek bir varoluş ve dünya… Bu da insanlık tarihi içinde dönüşümler geçirdi; önce genel kurallar, ardından hikaye ve ritüeller onları takiben mitler, tanrılar, şeytanlar; sonrasında daha büyük toplulukları bir arada tutabilmek için dinler ve modern dünyada da fikirlere evrildi. 

Modern dünya insanlarına fikirlere inanmak yetmedi; onlar arkaik kökenlerinin içsel ihtiyaçlarına, düşlerin verdiği güce geri dönmenin açlığını çekmeye başladılar; çünkü fikirler zihinsel bir boşluğu doldurabiliyordu ancak ruhsal bir ihtiyacı doyurmuyordu… Bireyselleşme adı altında büyüyen modern insanlar, kalabalıklar içinde kendi mitlerinin peşine düştüler. Ancak buna yardımcı olacak hikaye anlatıcıları ve şamanlar kalmamış, ruh sağlığı çalışanları ise bunu anlayamamıştı. Artık ateşin başında toplanmak yoktu, güvenli alanlar sınırlanmıştı. Ve insanoğlu kendisi ile konuşabilmenin bir yolunu aradı; insanın kendini kendine anlatmasının bir aracı olarak sinema doğdu.

Şimdi insana yeni ve kendisiyle ilgili hikayeler anlatma zamanıydı. Önce yeniden ateşin başına geçmek gerekiyordu; beyaz perde bunun yerini tutar mıydı? Ya şaman, anlatıcı; hikayeyi yazan, yöneten yeni şamanlar olabilirdi. Ve oyuncular; ateşin başına toplanmış kalabalıkların sadece düşleyerek, hayal ederek görebildiklerini, birer vücuda taşıyabilir, performe edecek yeni imgeler, idoller yaratmak mümkün olabilirdi. Geriye sadece hikayeler kalmıştı; insanın arkaik açlığını doyurup onları bir araya getirecek ama modern zamanın gerekliliklerine göre “bireysel bir düşü” uyandıracak hikayeler… Hikayeleri bulmak çok kolay oldu; arkaik ve antik kurgusal dilin ürünlerini modern psikoloji biliminin süzgecinden geçirip, teknolojinin tüm imkanlarıyla harmanladıkları zaman yeni şamanlar, insanlığa kendi hikayelerini anlatmaya başladı.

Önce sadece görüntüler vardı; düş zamanını hatırlamak kolay oldu. İzleyici kendi gerçeğini kolaylıkla sahneye yerleştirebildi. Sonra sesler geldi; görüntülere eşlik eden sözlerle duygulanım yaratmak mümkün kılındı. Ve renklenirken filmler düşlerimiz de renklendi; ortak düşleri aynı renklerde görmek daha fazla insanı bir araya getirdi. Zaman içinde tıpkı kurgusal dilin ürünlerinin dönüşümü gibi, sinemada işlenen konular ve onların işlenme biçimleri de değişti ve her zaman kendisine bunları ilgiyle takip eden izleyiciler buldu. Ateşin başından agoralara, tiyatro sahnelerinden ibadethanelere giderken izlediğimiz yolun sonunda sinema salonlarına ulaştık.

Hikaye çağlar boyu bize anlatılan bizim kendi hikayemizden başkası değildi. Aynı arkaik ihtiyaçlarla modern toplumlarda davranmamızın öğretildiği gibi davranıyoruz. Bizimle konuşan kitaplar, vaizler, fikirler ve idollerimizin anlattıkları, bilinçdışımızdaki evrimsel “kayıp parçamızın”, “eksiğimizin” yerini tutmuyor. Birlikte düş görmeye ve düşlere inanmaya hala ihtiyacımız var ve kolektif bilinç dışımız bizi sinemaya, filmlere yönlendirmeye devam ediyor. Bizimle konuşanın filmler olduğunu düşünüyoruz, tıpkı rüyalarımız gibi. Ancak konuşulan bir dil ve bir dilin konuşulma biçimi olarak sinema, bize kendimizle konuşmamız için bir alan açıyor. Filmler bizimle konuşmuyor; kendi içsel dilimiz her sinema yapıtı yoluyla kendimizle bir kere daha konuşmamızı sağlıyor.

Sinema salonlarına ihtiyaç duymadığımız bu günlerde, bize kendimizi anlatan filmlere evlerimizdeki televizyonlardan, cep telefonlarımızdan ulaşabiliyoruz artık. Bu yine de kendimizle konuşma çabamızda bulunmamızı engellemiyor. Belki beyaz perde ateşin başında toplanma gücünü biraz yitirdi; ancak onun yerine insan kendine yeni toplanma alanları buldu. Günümüzde sinema ve yapıtları hala gücünü koruyan yeni mitolojiler ve hikayeler üretmeye devam ediyor. Bununla birlikte felsefe, sosyoloji ve en önemlisi psikoloji biliminin katkıları çerçevesinde psikoterapi merkezlerindeki film yorumlama çalışmalarında, felsefe ve sosyoloji gruplarının tartışma odalarında, teknolojinin sunduğu olanaklar çerçevesinde bazen hiç yerinden kıpırdamadan sohbet alanları, forumlar ve gruplarda bu hikayeleri yaşıyor, tartışıyor. Modern zamanın “ateşi” olan ekranlarda bir araya gelme ihtiyacını karşılayıp, yeni mitolojiler olan filmler yoluyla hala kendimizle konuşuyoruz.

                                                                                                                      Beyhan ÖZPAR

Kaynaklar:

Dr. Yuval Noah Harari, İnsanlığın Kısa Tarihi Ders Notları; Kudüs İbrani Üniversitesi, 2014

Ömer Tecimer, Sinema: Modern Mitoloji; Plan B Yayınlar, 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder