“Dil”
nedir? Sadece semboller ve kavramlardan mı oluşur? Bu sembol ve kavramların
işaret ettiği daha derin bir anlam var mıdır? Bu anlam kimin anlamıdır; dili
kullanarak konuşanın mı, dili duyarak çözümleyenin mi? Dil sadece
söylediklerimizden ve duyduklarımızdan mı ibarettir?
Dili
düşünmeye başlayınca, kendisini çevreleyen pek çok dili fark ediyor ve onlar
hakkında düşünmeye başlıyor insan; hayvanların, bitkilerin dilini, evrenin
dilini, tanrının dilini, eşyanın dilini ve daha sayamadığım pek çoğunu… Peki,
iletişimin bir aracı olarak “dil”, ne zaman, neden, nasıl girdi hayatımıza?
Arkaik
atalarımız dili ilk önce diğer hayvanlar gibi kullandılar; Homo Neandartalis
dili sadece çevrelerini tanımlamak için kullandılar. Dünyaları sınırlı ve
sadece çevreleyen, duyum sınırları içinde olan bir içeriğe sahipti. Hayat yeni
kaynaklarla, yeni alanlarda yol bulunca kendine, Homo Sapiens dili bir adım
öteye taşıdı. Dünya büyüyor, yeni
yerlere gidiliyor ve yeni türlerle karşılaşılıyordu. Yalnız ya da küçük
gruplarda yaşamak daha zorlaşıyor, insan türü hızla çoğalıyordu. Ve Homo Sapiens
daha büyük gruplarda yaşayabilmek gerektiğini fark etti. Ama bunun için daha
fazla dil gerekiyordu.
Dil
önce grubun devamlılığını sağlayacak sosyal normları koruma için dedikoduyu
yarattı; ilişkiler ağı, güven meseleleri ve kişinin grupta kendini güvende
hissetmesi için… Bu yine var olan şeylerden bahsetmekti. Oysa grup büyüdükçe
onları bir arada tutacak şey bu ilişkiler ağı ve reel dünyanın üstüne çıkmak
zorunda kaldı; insan görünmeyeni,
olmayanı konuşmayı icat etti. Bu hayali dünyanın keşfi, şimdi kullandığımız ve
biz insanoğlunu tüm diğer türlerden ayıran “kurgusal dilimiz”, içinde
yaşadığımız grupların daha da büyümesine, kabileler oluşturmamıza yardımcı
oldu. Bu bilişin ve insanlık tarihinin ilk devrimi ve şimdiki modern
toplumların temel taşıydı…
Kurgusal
dilin biz insana en büyük hediyesi, büyük grupları peşine takıp
sürükleyecek bir hayal, bir fikir, bir tanrı, bir öykü ya da bir korku nesnesi
yaratması oldu. Atalarımız bir ateşin etrafında, bu var olduğunu görmedikleri
ancak kendisine topluluktaki her bir birey tarafından atfedilenler kadar
özelliği olan kurgularını paylaştılar ve bir arada kalmayı sürdürebildiler… Böylece
sadece dış dünyayı değil, iç dünyayı da keşfettiler; sadece grubun devamını
sürdürebilecek normları değil, inanmayı, sakinleşmeyi, savaşmayı ve içsel
olarak bütünlüklü kalabilmeyi kolaylaştıran ruhsal yasaları da yavaş yavaş
oluşturmaya başladılar.
Kurgusal
dil bize konuşularak uzlaşılacak bir temelin ötesinde olanaklar sundu;
konuşmadan, sadece hayalini kurarak ya da düşlemleyerek üzerinde mutabık
olunabilecek bir varoluş ve dünya… Bu da insanlık tarihi içinde dönüşümler
geçirdi; önce genel kurallar, ardından hikaye ve ritüeller onları takiben
mitler, tanrılar, şeytanlar; sonrasında daha büyük toplulukları bir arada
tutabilmek için dinler ve modern dünyada da fikirlere evrildi.
Modern
dünya insanlarına fikirlere inanmak yetmedi; onlar arkaik kökenlerinin içsel
ihtiyaçlarına, düşlerin verdiği güce geri dönmenin açlığını çekmeye başladılar;
çünkü fikirler zihinsel bir boşluğu doldurabiliyordu ancak ruhsal bir ihtiyacı
doyurmuyordu… Bireyselleşme adı altında büyüyen modern insanlar, kalabalıklar
içinde kendi mitlerinin peşine düştüler. Ancak buna yardımcı olacak hikaye
anlatıcıları ve şamanlar kalmamış, ruh sağlığı çalışanları ise bunu
anlayamamıştı. Artık ateşin başında toplanmak yoktu, güvenli alanlar
sınırlanmıştı. Ve insanoğlu kendisi ile konuşabilmenin bir yolunu aradı;
insanın kendini kendine anlatmasının bir aracı olarak sinema doğdu.
Şimdi
insana yeni ve kendisiyle ilgili hikayeler anlatma zamanıydı. Önce
yeniden ateşin başına geçmek gerekiyordu; beyaz perde bunun yerini tutar mıydı?
Ya şaman, anlatıcı; hikayeyi yazan, yöneten yeni şamanlar olabilirdi. Ve
oyuncular; ateşin başına toplanmış kalabalıkların sadece düşleyerek, hayal
ederek görebildiklerini, birer vücuda taşıyabilir, performe edecek yeni imgeler,
idoller yaratmak mümkün olabilirdi. Geriye sadece hikayeler kalmıştı;
insanın arkaik açlığını doyurup onları bir araya getirecek ama modern
zamanın gerekliliklerine göre “bireysel bir düşü” uyandıracak hikayeler…
Hikayeleri bulmak çok kolay oldu; arkaik ve antik kurgusal dilin ürünlerini
modern psikoloji biliminin süzgecinden geçirip, teknolojinin tüm imkanlarıyla
harmanladıkları zaman yeni şamanlar, insanlığa kendi hikayelerini anlatmaya
başladı.
Önce
sadece görüntüler vardı; düş zamanını hatırlamak kolay oldu. İzleyici kendi
gerçeğini kolaylıkla sahneye yerleştirebildi. Sonra sesler geldi; görüntülere
eşlik eden sözlerle duygulanım yaratmak mümkün kılındı. Ve renklenirken filmler
düşlerimiz de renklendi; ortak düşleri aynı renklerde görmek daha fazla insanı
bir araya getirdi. Zaman içinde tıpkı kurgusal dilin ürünlerinin dönüşümü gibi,
sinemada işlenen konular ve onların işlenme biçimleri de değişti ve her zaman
kendisine bunları ilgiyle takip eden izleyiciler buldu. Ateşin başından
agoralara, tiyatro sahnelerinden ibadethanelere giderken izlediğimiz yolun
sonunda sinema salonlarına ulaştık.
Hikaye
çağlar boyu bize anlatılan bizim kendi hikayemizden başkası değildi. Aynı
arkaik ihtiyaçlarla modern toplumlarda davranmamızın öğretildiği gibi
davranıyoruz. Bizimle konuşan kitaplar, vaizler, fikirler ve idollerimizin
anlattıkları, bilinçdışımızdaki evrimsel “kayıp parçamızın”, “eksiğimizin”
yerini tutmuyor. Birlikte düş görmeye ve düşlere inanmaya hala ihtiyacımız var
ve kolektif bilinç dışımız bizi sinemaya, filmlere yönlendirmeye devam ediyor.
Bizimle konuşanın filmler olduğunu düşünüyoruz, tıpkı rüyalarımız gibi. Ancak
konuşulan bir dil ve bir dilin konuşulma biçimi olarak sinema, bize kendimizle
konuşmamız için bir alan açıyor. Filmler bizimle konuşmuyor; kendi içsel
dilimiz her sinema yapıtı yoluyla kendimizle bir kere daha konuşmamızı
sağlıyor.
Sinema
salonlarına ihtiyaç duymadığımız bu günlerde, bize kendimizi anlatan filmlere
evlerimizdeki televizyonlardan, cep telefonlarımızdan ulaşabiliyoruz artık. Bu
yine de kendimizle konuşma çabamızda bulunmamızı engellemiyor. Belki beyaz
perde ateşin başında toplanma gücünü biraz yitirdi; ancak onun yerine insan kendine yeni toplanma alanları buldu. Günümüzde sinema ve yapıtları hala gücünü
koruyan yeni mitolojiler ve hikayeler üretmeye devam ediyor. Bununla birlikte
felsefe, sosyoloji ve en önemlisi psikoloji biliminin katkıları çerçevesinde
psikoterapi merkezlerindeki film yorumlama çalışmalarında, felsefe ve sosyoloji
gruplarının tartışma odalarında, teknolojinin sunduğu olanaklar çerçevesinde
bazen hiç yerinden kıpırdamadan sohbet alanları, forumlar ve gruplarda bu
hikayeleri yaşıyor, tartışıyor. Modern zamanın “ateşi” olan ekranlarda bir
araya gelme ihtiyacını karşılayıp, yeni mitolojiler olan filmler yoluyla hala
kendimizle konuşuyoruz.
Beyhan
ÖZPAR
Kaynaklar:
Dr.
Yuval Noah Harari, İnsanlığın Kısa Tarihi Ders Notları; Kudüs İbrani
Üniversitesi, 2014
Ömer
Tecimer, Sinema: Modern Mitoloji; Plan B Yayınlar, 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder