1919 yılında Januzs Korczak isimli Leh bir eğitimci “Bir Çocuğu
Nasıl Sevmeli?” isimli kitabını yazarken, burada konu edindiği durumun evrensel
bir olgu haline geleceğinden habersizdi. Dönemin koşullarında, savaş sonrası
öksüz ve yetim kalmış çocuklarla birlikte kaldığı yetimhanede bir pedagog ve
pediatrist olarak gözlemleri onu böyle bir kitabı yazmaya yöneltmişti. Aynı
duygularla 1929 yılında da “Çocuğun Saygı Duyulma İhtiyacı” isimli kitabı
yazmıştı. Korczak yazdıklarına o denli içten inanıyordu ki, 2. Dünya Savaşı
patlak verdikten sonra, kaldığı yetimhaneyi terk edip özgür olmak yerine
yürekten sahiplendiği 200 çocukla beraber kaldı. Yetimhanedeki 200 çocukla
beraber Nazi Almanyası’nın toplama kamplarından birinde 1942 yılında öldürüldü.
Bugün 20 Kasım 1989 yılında Birleşmiş Milletler’e üye 193 ülke
tarafından kabul edilmiş olan (bildiri sadece ABD ve Somali imzalamamıştır ve
Türkiye de “anadilde eğitim hakkı” maddesine şerh koyarak, anlaşmayı tam olarak
tanımayan tek ülkedir) ve tüm dünya tarafından “Çocuk Hakları Temel Bildirisi”
olarak tanınan bildiri, ilk defa 1924 yılında Milletler Cemiyeti tarafından “Cenevre
Çocuk Hakları Sözleşmesi” olarak tanınmıştır. Daha sonra tekrar gözden
geçirmeler ve eklemeler ile bugünkü son halini almış olan sözleşme, temelde
İnsan Haklar Evrensel Bildirgesi’nin bir parçasıdır.
Sözleşme ağır yaşam koşullarında, aile içinde ihtiyaçları
karşılanamayan çocuklar, savaş sonrası öksüz ve yetimler ve çok temel
ihtiyaçlarına ulaşamayan çocuklardan yola çıkılarak hazırlandı. Bununla
beraber, hakların gündeme geldiği dönemde “çocuk” ve “çocukluk” da yetişkinden
ayrı bir varlık olarak zihinlerdeki yerinin 200. yılını yaşıyordu. Ve yine de
gerçekten çocuk olabilmek ve çocukça yaşayabilmek ancak varlıklı ya da
ayrıcalıklı ailelerin çocuklarına özgüydü. Bu durum düşünüldüğünde ayrıcalıklı
bir dünyaya doğma şansı olmayan çoğunluğun da haklarının tanımlanması önemli
bir gündem yarattı.
Günümüze baktığımızda çocuk hakları kavramı çokça konuşulup çokça
tartışılıyor. Sözleşmeye konu olan temel insan ihtiyaçları ve özgürlükleri, “hak”
çatısı altında yeni ve özel bir şeymiş gibi sunuluyor. Peki, bu haklar
tanımlanmasaydı yine de çocuklar bu haklara sahip olmayacaklar mıydı? Bildirgeyi
imzalayan veya imzalamayan ülkeler bunların korunmasına ne kadar emek
harcıyorlar? Ve biz yetişkinler bu hakların korunması ve öğretilmesi için ne
yapıyoruz?
Konu bunları tartışmaya geldiğinde genellikle daha ağır toplumsal
konularla gündem kalabalıklaşıyor ve maalesef sadece bu haklara yönelik bir şey
sunabilecek, bunlar uğruna savaşabilecek ve hareket alanı sağlayabilecek belli
bir toplumsal kesim tarafından sahiplenilip ileriye taşınıyor. Ancak o zaman da
çoğunlukla bir ikilem ortaya çıkıyor; bu uğurda pek çok şey yaptığımız
çocuklarımız bu hakların farkında olmakla beraber, bu hakları sadece “kendi”
hakları olarak sahipleniyorlar. Peki, o zaman bu haklar kimin hakları?
Bugün ailede başlayan ve okulda devam eden eğitimde, çocuklara
kendilerinin hakları olduğunu ve bu hakları bilip bunlar uğruna mutlaka bir
eylem içinde olmalarını öğretiyoruz. Ancak bu eğitimde çok önemli bir şeyleri
eksik bırakıyoruz; haklara sahip olmanın sorumluluk almak olduğunu da söylemeyi
unutuyoruz. Ya da bu sorumluluğu sadece kendi hakkını korumak için değil,
diğerlerinin hakkını da korumak üzere taşıması gerektiğini eklemeyi unutuyoruz.
Evet, çocuklarımız kendi haklarının son derece bilincinde, kendi özgürlük
alanlarının sınırları konusunda fazlasıyla hassas yetişiyorlar. Peki, gerçekten
onlara kendi haklarını ve özgürlük alanlarını korurken diğerlerini de görmeyi
ve buna saygı göstermeyi öğretiyor muyuz? Anne-baba ve/veya öğretmen olarak biz
yetişkinler “hak” kavramını nasıl görüyoruz ve diğer insanların haklarına karşı
nasıl bir tutum sergiliyoruz?
Çocuk haklarının ilk defa ortaya konmasının üzerinden henüz yüz
yıl bile geçmedi. Aynı zamanda bu hakların dünya üzerinde tanınmasının
üzerinden ise henüz yarım asır bile geçmiş değil. Ancak “çocuk” ve “haklar”
kavramları modern dünyanın bir deformasyonuna uğramış gibi ve modern hayat bize
bir “çocuk odaklı” dünya tuzağı kurmakta. Sadece kıyafetler, oyuncaklar ve
etkinlik alanları ile sınırlı olmayan bu dünya çocuğun mutlak güç odağı olduğu
ve çocuk olduğunun unutulup yetişkin gibi algılanmasına, yetişkin gibi
davranmasına da hizmet ediyor. Her şey öylesine çocuk ki, çocuklu “modern ve
ekonomik olarak rahat” aileler kendi çocuklarının imtiyaz ve haklarının peşinde
koşarken, geleneksel kalıplarla çocuğunu yetiştiren, ekonomik olarak sınırda ya
da sınırın altında yaşayan çocuklu aileler ve çocuksuz aileler de genellikle bu
çocuk odaklı dünyada yer alma ve bir bütünün parçası olabilme “zorunluluğunun”
ağır baskısı altında yaşıyorlar. Marka kıyafet giymek, aynı etkinlikleri
paylaşıp hep çocuktan bahsetmek, onun için dünyayı ve gerçekliği değiştirmeye
çalışmak ve sürekli, her fırsatta çocuklarından bahsetmek o kadar önemli ki
gerçekte çocuğuna hakkı olanı vermeye mi çalışıyorlar yoksa kendi narsistik arzularını
çocuklarını bahane ederek mi yaşıyorlar, ayırt etmek mümkün değil. Bu arada
diğer ailelerin de modern çocuklu ailelere göre “farklı ve eksik hayatlarıyla” bir
eksik gibi genel toplumsal çerçevede yer alamadıkları için çok temel ve insani bir
hakları göz ardı edilmiş oluyor; farlılıkları ile birlikte “oldukları gibi
kabul edilme” hakları.
Bence her çocuğa hakları öğretilmeli. Ancak, bu hakları savunmanın
ve korumanın ne demek olduğunu tam olarak kavrayamayan, bunu nasıl
yapacaklarını da tam olarak bilemeyen çocuklardan önce, yetişkinlerin öğrenmesi
gerekmez mi? Bir hakkı tanıyan, bu hakkın dünya üzerindeki her birey ve hatta
her canlı için geçerli olduğunu bilen ve buna ilişkin bir sorumluluk taşıyan
bir yetişkinin duruşuna sahip olmak bu hakları sadece öğretmenin değil,
yaşatmanın ve güçlendirmenin de anahtarıdır. Hatta bir adım ileriye giderek
şunu bile söyleyebilirim; bunun için bir çerçeve içinde tanımlanmasına bile
gerek yok. Bu çerçeveyi maalesef sadece yasal düzlemde kullanabiliyoruz ama
ihtiyacımız sadece yasalar önünde tanınırlık sahibi olmak değil ki. İhtiyacımız
her türlü varoluşsal hakkı, varoluşsal özgürlüğü herkes için korumak, savunmak
ve yaşatmak değil mi? Yani biz “çocukların”, “insanların” ya da “hayvanların”
haklarını tanımlamasaydık bu haklara sahip olmayacaklar mıydı?
Dünyanın durumuna baktığımızda bu hakların kabul edildiği,
anayasalarda tanımlandığı, okullarda öğretildiği ülkelerde bile “hakların
ihlalleri” hala devam ediyor. Dünyanın her bir yerinde çocuklar propaganda
araçları olarak, çıkar kavgalarının birer aracı olarak, savaşlarda asker,
madenlerde ve fabrikalarda işçi ve maalesef bazı aile yapılarında ve
kültürlerde güç kaynağı olarak sömürülmeye devam ediyor. Yani yasal olarak
tanınırlığa kavuşması, birer “sorumlu insan” olarak bu hakları içsel anlamda
tanımadığımız sürece hiçbir işe yaramıyor. Bu durumda yetişkinler olarak
bizlerin temel sorumluluğunun da da bu hakların öğretilmesi ve bunları kuru
birer öğrenme malzemesi olmaktan çıkarıp, yaşantımızda gerçek bir yer
edinmesini sağlamak olduğuna inanıyorum.
Aşağıda UNICEF Türkiye’nin resmi sitesine ve çocuk hakları
bildirgesinin tam metnine ulaşabileceğiniz bir bağlantı bulunmakta. Okumanız,
okutmanız, yaşamanız ve yaşatmanız umuduyla paylaşıyorum.
Beyhan ÖZPAR
Psikolojik Danışman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder