2 Aralık 2014 Salı

Çocuk Hakları – Kimin Hakkı?


1919 yılında Januzs Korczak isimli Leh bir eğitimci “Bir Çocuğu Nasıl Sevmeli?” isimli kitabını yazarken, burada konu edindiği durumun evrensel bir olgu haline geleceğinden habersizdi. Dönemin koşullarında, savaş sonrası öksüz ve yetim kalmış çocuklarla birlikte kaldığı yetimhanede bir pedagog ve pediatrist olarak gözlemleri onu böyle bir kitabı yazmaya yöneltmişti. Aynı duygularla 1929 yılında da “Çocuğun Saygı Duyulma İhtiyacı” isimli kitabı yazmıştı. Korczak yazdıklarına o denli içten inanıyordu ki, 2. Dünya Savaşı patlak verdikten sonra, kaldığı yetimhaneyi terk edip özgür olmak yerine yürekten sahiplendiği 200 çocukla beraber kaldı. Yetimhanedeki 200 çocukla beraber Nazi Almanyası’nın toplama kamplarından birinde 1942 yılında öldürüldü.  

Bugün 20 Kasım 1989 yılında Birleşmiş Milletler’e üye 193 ülke tarafından kabul edilmiş olan (bildiri sadece ABD ve Somali imzalamamıştır ve Türkiye de “anadilde eğitim hakkı” maddesine şerh koyarak, anlaşmayı tam olarak tanımayan tek ülkedir) ve tüm dünya tarafından “Çocuk Hakları Temel Bildirisi” olarak tanınan bildiri, ilk defa 1924 yılında Milletler Cemiyeti tarafından “Cenevre Çocuk Hakları Sözleşmesi” olarak tanınmıştır. Daha sonra tekrar gözden geçirmeler ve eklemeler ile bugünkü son halini almış olan sözleşme, temelde İnsan Haklar Evrensel Bildirgesi’nin bir parçasıdır.

Sözleşme ağır yaşam koşullarında, aile içinde ihtiyaçları karşılanamayan çocuklar, savaş sonrası öksüz ve yetimler ve çok temel ihtiyaçlarına ulaşamayan çocuklardan yola çıkılarak hazırlandı. Bununla beraber, hakların gündeme geldiği dönemde “çocuk” ve “çocukluk” da yetişkinden ayrı bir varlık olarak zihinlerdeki yerinin 200. yılını yaşıyordu. Ve yine de gerçekten çocuk olabilmek ve çocukça yaşayabilmek ancak varlıklı ya da ayrıcalıklı ailelerin çocuklarına özgüydü. Bu durum düşünüldüğünde ayrıcalıklı bir dünyaya doğma şansı olmayan çoğunluğun da haklarının tanımlanması önemli bir gündem yarattı.

Günümüze baktığımızda çocuk hakları kavramı çokça konuşulup çokça tartışılıyor. Sözleşmeye konu olan temel insan ihtiyaçları ve özgürlükleri, “hak” çatısı altında yeni ve özel bir şeymiş gibi sunuluyor. Peki, bu haklar tanımlanmasaydı yine de çocuklar bu haklara sahip olmayacaklar mıydı? Bildirgeyi imzalayan veya imzalamayan ülkeler bunların korunmasına ne kadar emek harcıyorlar? Ve biz yetişkinler bu hakların korunması ve öğretilmesi için ne yapıyoruz?

Konu bunları tartışmaya geldiğinde genellikle daha ağır toplumsal konularla gündem kalabalıklaşıyor ve maalesef sadece bu haklara yönelik bir şey sunabilecek, bunlar uğruna savaşabilecek ve hareket alanı sağlayabilecek belli bir toplumsal kesim tarafından sahiplenilip ileriye taşınıyor. Ancak o zaman da çoğunlukla bir ikilem ortaya çıkıyor; bu uğurda pek çok şey yaptığımız çocuklarımız bu hakların farkında olmakla beraber, bu hakları sadece “kendi” hakları olarak sahipleniyorlar. Peki, o zaman bu haklar kimin hakları?

Bugün ailede başlayan ve okulda devam eden eğitimde, çocuklara kendilerinin hakları olduğunu ve bu hakları bilip bunlar uğruna mutlaka bir eylem içinde olmalarını öğretiyoruz. Ancak bu eğitimde çok önemli bir şeyleri eksik bırakıyoruz; haklara sahip olmanın sorumluluk almak olduğunu da söylemeyi unutuyoruz. Ya da bu sorumluluğu sadece kendi hakkını korumak için değil, diğerlerinin hakkını da korumak üzere taşıması gerektiğini eklemeyi unutuyoruz. Evet, çocuklarımız kendi haklarının son derece bilincinde, kendi özgürlük alanlarının sınırları konusunda fazlasıyla hassas yetişiyorlar. Peki, gerçekten onlara kendi haklarını ve özgürlük alanlarını korurken diğerlerini de görmeyi ve buna saygı göstermeyi öğretiyor muyuz? Anne-baba ve/veya öğretmen olarak biz yetişkinler “hak” kavramını nasıl görüyoruz ve diğer insanların haklarına karşı nasıl bir tutum sergiliyoruz?

Çocuk haklarının ilk defa ortaya konmasının üzerinden henüz yüz yıl bile geçmedi. Aynı zamanda bu hakların dünya üzerinde tanınmasının üzerinden ise henüz yarım asır bile geçmiş değil. Ancak “çocuk” ve “haklar” kavramları modern dünyanın bir deformasyonuna uğramış gibi ve modern hayat bize bir “çocuk odaklı” dünya tuzağı kurmakta. Sadece kıyafetler, oyuncaklar ve etkinlik alanları ile sınırlı olmayan bu dünya çocuğun mutlak güç odağı olduğu ve çocuk olduğunun unutulup yetişkin gibi algılanmasına, yetişkin gibi davranmasına da hizmet ediyor. Her şey öylesine çocuk ki, çocuklu “modern ve ekonomik olarak rahat” aileler kendi çocuklarının imtiyaz ve haklarının peşinde koşarken, geleneksel kalıplarla çocuğunu yetiştiren, ekonomik olarak sınırda ya da sınırın altında yaşayan çocuklu aileler ve çocuksuz aileler de genellikle bu çocuk odaklı dünyada yer alma ve bir bütünün parçası olabilme “zorunluluğunun” ağır baskısı altında yaşıyorlar. Marka kıyafet giymek, aynı etkinlikleri paylaşıp hep çocuktan bahsetmek, onun için dünyayı ve gerçekliği değiştirmeye çalışmak ve sürekli, her fırsatta çocuklarından bahsetmek o kadar önemli ki gerçekte çocuğuna hakkı olanı vermeye mi çalışıyorlar yoksa kendi narsistik arzularını çocuklarını bahane ederek mi yaşıyorlar, ayırt etmek mümkün değil. Bu arada diğer ailelerin de modern çocuklu ailelere göre “farklı ve eksik hayatlarıyla” bir eksik gibi genel toplumsal çerçevede yer alamadıkları için çok temel ve insani bir hakları göz ardı edilmiş oluyor; farlılıkları ile birlikte “oldukları gibi kabul edilme” hakları.

Bence her çocuğa hakları öğretilmeli. Ancak, bu hakları savunmanın ve korumanın ne demek olduğunu tam olarak kavrayamayan, bunu nasıl yapacaklarını da tam olarak bilemeyen çocuklardan önce, yetişkinlerin öğrenmesi gerekmez mi? Bir hakkı tanıyan, bu hakkın dünya üzerindeki her birey ve hatta her canlı için geçerli olduğunu bilen ve buna ilişkin bir sorumluluk taşıyan bir yetişkinin duruşuna sahip olmak bu hakları sadece öğretmenin değil, yaşatmanın ve güçlendirmenin de anahtarıdır. Hatta bir adım ileriye giderek şunu bile söyleyebilirim; bunun için bir çerçeve içinde tanımlanmasına bile gerek yok. Bu çerçeveyi maalesef sadece yasal düzlemde kullanabiliyoruz ama ihtiyacımız sadece yasalar önünde tanınırlık sahibi olmak değil ki. İhtiyacımız her türlü varoluşsal hakkı, varoluşsal özgürlüğü herkes için korumak, savunmak ve yaşatmak değil mi? Yani biz “çocukların”, “insanların” ya da “hayvanların” haklarını tanımlamasaydık bu haklara sahip olmayacaklar mıydı?

Dünyanın durumuna baktığımızda bu hakların kabul edildiği, anayasalarda tanımlandığı, okullarda öğretildiği ülkelerde bile “hakların ihlalleri” hala devam ediyor. Dünyanın her bir yerinde çocuklar propaganda araçları olarak, çıkar kavgalarının birer aracı olarak, savaşlarda asker, madenlerde ve fabrikalarda işçi ve maalesef bazı aile yapılarında ve kültürlerde güç kaynağı olarak sömürülmeye devam ediyor. Yani yasal olarak tanınırlığa kavuşması, birer “sorumlu insan” olarak bu hakları içsel anlamda tanımadığımız sürece hiçbir işe yaramıyor. Bu durumda yetişkinler olarak bizlerin temel sorumluluğunun da da bu hakların öğretilmesi ve bunları kuru birer öğrenme malzemesi olmaktan çıkarıp, yaşantımızda gerçek bir yer edinmesini sağlamak olduğuna inanıyorum.

Aşağıda UNICEF Türkiye’nin resmi sitesine ve çocuk hakları bildirgesinin tam metnine ulaşabileceğiniz bir bağlantı bulunmakta. Okumanız, okutmanız, yaşamanız ve yaşatmanız umuduyla paylaşıyorum.  



                                                                                                                Beyhan ÖZPAR

                                                                                                             Psikolojik Danışman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder