28 Aralık 2015 Pazartesi

“Sorumluluk” Karşılıklılık Gerektirir…


Yetişkin dünyası sorumlulukların yerine getirilmesi üzerine kurulu bir düzen olarak karşımıza çıkar. Kredilerin, faturaların ödenmesi, yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarının karşılanması gibi günlük yaşamın devamlılığını sağlayan sorumluluklarımız vardır. Bunlarla birlikte eşimize, içinde büyüdüğümüz aileye ve büyüttüğümüz çocuklarımıza karşı da sevgi, bakım verme, onlara birlikte eğlenceyi ve zamanı paylaşma gibi sorumluluklarımız da söz konusudur; bunların karşılanabilmesi ile günlük yaşam ihtiyaçlarımızın karşılanması arasındaki dengeyi gözetebilmek genellikle ip üzerinde yürümeye benzer. Sorumluklarımızı yerine getirirken ise genellikle şu duygu içinde yine de kendimizi rahat hissederiz: yetişkin olmuşuzdur, bu sorumlulukları yerine getirebileceğimiz olanakları yaratmışızdır ve kimseye muhtaç olmadan kendi ayaklarımız üzerinde durabiliyoruzdur.

Yoğun rekabetin ve zoru ekonomik koşulları olduğu, mutluluğun ve zaman yaratmanın lüks sayılabileceği bir çağda ve coğrafyada yaşıyoruz. Bu koşullarda ayaklarımızın üzerinde durabilmek ve sendelediğimizde ya da yıkıldığımızda ayağa kalkabilmek çok önemli bir konu olarak hep önümüzde duruyor.  Özellikle onlara mutlu ve rahat bir hayat sunmaya çalıştığımız çocuklarımızın yaşadığımız bu denge oyunundan haberdar olmamaları için elimizden geleni yapıyoruz. Ancak ufukta bizi bekleyen önemli bir konuyu erteliyor olabiliriz. Bir gün çocuklarımız da büyüyecek, belki bu koşullardan daha rahatsız bir dönem içinde yaşayacaklar. Ve bizlerin onlara bırakabildiği yegane şeyler büyüme çağlarındaki konfor ve iyi bir eğitim olacak. Peki, bıraktığımız bu şeyler, kendi yetişkinliklerinde kendi ayakları üzerinde durabilmelerine yardımcı olacak mı?

Şüphesiz tüm ebeveynler çocuklarının gerçeklerle başa çıkabilecek kadar güçlü ve günlük hayatta başlarına gelenin sorumluluğunu alabilecek kadar becerikli olmalarını istiyor. Azami bir ihtiyaçla kendi ayaklarının üzerinde durabilen, ihtiyaçlarını tespit edip karşılamak konusunda çaba göstermeye hazır bir çocuk büyüttüğünü her anne baba ister elbette ki… Yine de bunu yapabilmelerinin önünde önemli bir konu vardır; sorumluluk alabilmek.

Aslında sorumluluk alabilmek karşılıklı bir konudur. Bir çocuğun sorumluk almak istemesi, sorumluluklarının farkında olması ve bu sorumlulukları yerine getirmek konusunda istikrarlı olması onlara sorumluluk verebilen yetişkinlerin varlığında mümkün olabilmektedir. Etraflarındaki yetişkinler onları fazla küçük görüp “kıyamıyorsa”, onlar için her şeyi “hallediyorsa”, sorumluluk verdiklerinde çocuğun yapabildiklerini sürekli düzeltip baştan yapıyorsa, hatta yapamayacakları kadar büyük sorumluluklar veriyorsa ya da her yaptıklarını eleştiriyorsa çocuklar sorumluluk almakla ilgili olarak baştan zedelenmiş olarak hayatlarını sürdürürler.  Çünkü aslında sorumluluk almak sadece ihtiyaçları karşılamaktan ibaret değildir; sorumluk alan çocuk yapabildiklerinin farkında olan, kendine güvenebilen, kendine saygı duyan ve yapamayacaklarının da değerlendirip bu konuda çözüm aramaya istekli olan çocuktur da. Ve ileride bu çocuk öz güveni olan, farkındalığı yüksek, kararlı ve sabırlı bir yetişkin olmaya da adaydır.

Çocuğunun sorumluluk sahibi olmasını isteyen ebeveynler sorumluluk vermeye hazır olan ebeveynlerdir demiştik. Burada önemli iki konuyu dikkate almak gerekir; daha önce çocuğa verilmiş sorumluklar var mıdır ve çocuk bunların ne kadarını yapabilecek durumdadır? Elbette ki her yaşta çocukların yapabilecekleri şeyler ve alabilecekleri sorumlulukla vardır. Ancak daha önce kendisine hiç sorumluluk verilmemiş, verildiyse bile bu konuda çok örselenmiş bir çocuk kolay kolay yeni bir sorumluluk almayacaktır; çünkü onun için her yeni görev ve sorumluluk başa çıkılması güç duygusal bir anlam taşır. Çocuğun yaşına ve becerilerine uymayan sorumluluklar verildiğinde de benzer bir durum ortaya çıkar. Her iki durumda da çocuk yaptıklarının hep eksik ve sorunlu olduğunu, kendilerinin ise beceriksiz ve değersiz olduğunu düşünür ve hisseder.  

Bu durumda çocuğun sorumluluk duygusunu geliştirmek ve sorumluk almasını desteklemek için nereden başlamak gerekir?  Hafta içi yoğun ve yorgun bir iş gününde çıkmış olmak hafta sonu da bütün hafta yapamadıklarınızın listesi ile karşılaşıp bunlara yetişmeye çalışmak yeterince stres yaratan bir durumdur. Bu zamanlarda çocuklara sorumluluk vermek, onları takip etmek ve yerine “istediğiniz gibi” getirilmemiş işlerle karşılaşmak daha fazla stresten başka bir anlama gelmeyebilir. Yine de bir yerden başlamak gerekir. Bu yer sizin çocuğun neyi nasıl yaptığına değil, yapmak için çaba göstermesine onay verdiğiniz yerdir. Bu hem çocuğunuzun yeni şeyler yapmak istemesine hem becerilerinin gelişmesine hem de sizin ona yeni sorumluklar verebilmenize alan açar. Aynı zamanda önemli bir işi başararak aile hayatında kolaylaştırıcı olduğunu düşünmek de ilişkinizi ve bağınızı güçlendirir. Bundan sonrasında ise hangi sorumlukları ne kadar verebileceğinizi düşünmek gerekir. Aklınızda tutmanız gereken en önemli prensip kolaydan zora, azdan çoğa, basitten karmaşığa yaşı düzeyinde ilerlemeniz gerektiğidir.

Mesela çocuğunuzla beraber masayı kurma, çamaşırları ayırma veya asma, toz alma, yerleri süpürme gibi şeyler yaparak aile hayatına katkı sağladığını ve birlikte olabilmeniz için zaman yarattığınızı hissettirebilirsiniz. Çocuğunuzun kendi başına yemek yeme, giyinme-soyunma, tuvaletini yapma, ellerini, yüzünü yıkama gibi öz bakımıyla ilgili sorumlulukları üstlenmesini desteklemek hem bu becerilerinin gelişimini hem de kendilik algısının olumlu olmasını sağlayabilir; ne de olsa yaşına uygun düzeyde başının çaresine bakabiliyordur. Evcil hayvanınız varsa bakımı konusunda ufak sorumluklar alabilirler mesela, su ya da mama verebilirler, tüylerini fırçalayabilirler. Bahçe ya da balkonunuz varsa ya da evde sizinle yaşayan bitkileriniz varsa bu konularda da sorumluluk alarak yabani otları temizleyebilir, su verebilir, siz çiçeklerle ilgilenirken ufak getir götür işlerini yapmak ve öğrenmek için yanınızda durabilir. Ya da odasındaki bazı eşyalara ilişkin toplama düzenleme gibi konularda sorumluluk alabilir.

Diyelim ki sorumluluk verdiniz ancak çocuğunuz bunları yerine getirmekte zorlandı… Çoğunlukla ebeveynler bu aşamada pes ederler, ya tekrar aynı işi yapmak zorunda kalmaktan, ya anlatmaktan yorulduklarından ve anlatmak yerine yapmak kolay olduğundan ya da zaten kendi çocuklarının yapabilirliklerine güvenmediklerinden tamamen geri çekilerek sorumluluk vermemeyi tercih ederler. Kafalarında ilk beliren şey “bu çocuğun ileride sorumsuz bir yetişkin” olacağıdır. Bu ise çoğunlukla gerekçi değildir. Ama yine de sonrasında üstlenmek zorunda kalacağı birikmiş sorumluklar dağı ebeveynlerin korkulu rüyasına dönüşür. Tam bu aşamada başa dönmek ilk adım olmalıdır. Bu adım tüm sorumluluklarını elinden almak değildir; verilen sorumlukları ve çocuğunuzun yaşını/becerilerini gözden geçirmektir. Amaç elinden bir şey almak değildir; amaç çocuğunuzun yapabilirliklerini ortaya çıkarmak ve daha fazla yapmayı istemesi için ona destek olmaktır. Yaş ve becerilerin değerlendirilmesi ise neden verilen sorumluluğu yapamadığının tespit edilmesinde önemlidir. Amaç bağcıyı dövmek değil, üzüm yemektir nihayetinde…

Verdiğiniz ilk sorumlukların küçük ve kolay başarılabilecek olmalarına özen gösterin. Bu yaşı kadar önemli bir değişkendir. Küçük adımlarla ilerlemek, her defasında bir sorumluluk vermek, bu konuda belli bir noktaya gelmesini bekledikten sonra yeni bir sorumluluk vermek çocuğunuzun hızına ve hazır olmasına da destek sağlar. Mesela odasını toplamasını beklemek yerine arabalarını kırmızı sepete koymasını istemek ve bunu takip etmek daha kolay ve başarılabilirdir. Bu aynı zamanda çocuğunuzun sizin ne istediğinizi açık ve net olarak bilmesini de sağlar ki bu da düzenlemeniz gereken ikinci konu olabilir.

Belki de çocuğunuza ondan ne yapmasını istediğinizi yeterince açık, basit ve net biçimde anlatamamışsınızdır. Dolayısıyla yapmasını istediğiniz şeyi anlayabileceği basitlik ve kısalıkta anlatın.  Anlatmak da her zaman yeterli olmayabilir. Mümkün olduğunca ondan neyi nasıl yapmasını istediğinizi gösterin hatta ilk zamanlarda ona eşlik edin. Hem eşlik edip hem de anlatmanıza rağmen hep aynı şeyi yapmakta zorluk yaşıyorsa görevi basitleştirin ya da değiştirin. Muhtemelen bu iş ona ya çok karışık geliyordur ya da henüz hazır değildir. 

Aynı zamanda çocukların işleri sıralama becerilerinin de gelişimini desteklemek gerekir. Bu sorumluluklarını öncelik sırasına sokmasına yardımcı olacaktır. Bunun için siz işleri sıralayın ve rutinler oluşturmaya çalışın. Oyuncaklar toplandıktan sonra televizyonun açılacağını, dişler fırçalandıktan sonra yatılacağını, evdeki işler bittikten sonra parka çıkılacağını anlamasına destek olun. Bunun için de öncelikle bu rutinlere ve sıralamaya siz uymaya çalışın.

Çocuklar en iyi oyunda öğrenirler; o zaman yapmasını beklediğiniz şeyleri ve sorumluluklarını oyuna dönüştürün. Legoları toplamak için kuleler dikin, arabalar ve bebekleri toplamak için basket oynayın, üzerini değiştirmeyi yarışa çevirin. Hem eğlensin hem de yapması gerekeni yapabilsin.

Tüm bunlar çocuğunuza sorumluluk vermek için ve ya verdiğiniz sorumlulukların pekişmesini ve sorumluluk duygusunun gelişmesini sağlamak için yararlı düzenleme ve tavsiyelerdir. Ancak bunlardan daha önemli olan şey bu süreçte çocuğunuzla iletişiminizdir ve aranızdaki güven ilişkisidir. Bunun için ise öncelikle olumlu ifadeler kullanmaya, yapabildiklerine odaklanmaya gayret edin. Onun yerine yapmayın, onun için yapmayın, yaptıkları/yapamadıkları yüzünden onu incitmeyin ya da bunları ödüllendirme/cezalandırma için kullanmayın. Düzenleyin, bekleyin ve destekleyin. Onların da daha fazla deneyime, zamana, bilgiye ve cesarete ihtiyaç duyduğunu hatırlayın. Sizin bu konudaki sabrınız, tutumunuz ve çocuğunuza olan inancınız, onun da kendisine inanmasını sağlayacaktır. 

Son olarak en önemli ve en zor yöntem konusunda kararlı olun; onun sorumluluk sahibi bir yetişkin olmasını istiyorsanız siz ona örnek olacak o yetişkin olun. Sürekli erteliyor, baştan savma yapıyor, yapıyormuş gibi görünüyor ve hatta hiç yapmıyorsanız çocuğunuzdan da bir sorumluğu fazlasıyla sahiplenip gerekeni yapmasını istemeniz büyük haksızlık olur. Böyle bir yetişkinle yaşayan çocuklar iki yoldan birini seçerler; ya yetişkine güvenemeyeceklerini anlayıp kendi başlarının çaresine bakmak için yaşlarının üstünde bir çaba sarf ederek ruh ve beden sağlıklarını koruyamazlar ya da birebir sizi örnek alarak o hiç olmasını istemediğiniz ancak maalesef örnek olduğunuz sorumsuz yetişkin olurlar.

Çocuğunuzun sorumluluk sahibi bir birey ve yetişkin olmasına destek olduğunuz bu yolculukta, güven ve sevgi içeren ilişkinizin ve iletişiminizin, verdiğiniz sorumlukların yerine getirilmesi için çocuğunuzda motivasyonu ve arzuyu sağlayan asıl şey olduğunu hep hatırlayın.

 

Sevgiyle,

 

Beyhan ÖZPAR

Psikolojik Danışman

26 Kasım 2015 Perşembe

Korkuyorum Anne…

İnsan sadece düşünen ve eylemde bulunan değil, aynı zamanda düşüncelerini ve eylemlerini şekillendiren duygulara da sahip bir canlıdır. Bu duygular bize arkaik ve evrimsel geçmişimizden miras kalmıştır. Hatta beynimizin bir bölümü olan “limbik sistem” bizim arkaik/duygusal beynimiz olarak adlandırılır ve duyu organlarımızdan alınan veriler ilk olarak burada işlenerek beynimizde ilgili merkezlere dağıtılarak işlenir. Bazılarımız duygusal beynimizden gelen verileri işlerken rasyonel olmayan unsurları daha kolay eleyebiliriz ve daha akılcı eylemlere yönelebiliriz. Algısal verileri kodlarken anlamlandırma sürecine duygularımızı dahil etmeyebiliriz. Veya tüm algısal verileri ve sadece duygusal sistemden gelen verilerle işleyerek sonuçlara ulaşır, kararlar verir ve bu kararlarla eyleme dökebiliriz. Süreç içinde nasıl bir yönelimimiz olursa olsun hepimiz “hissederiz” ve bu hisler olumlu ya da olumsuz her birimizde mevcuttur.
Arkaik beynimizde hissettiğimiz şeyler algının ötesinde, anlam yüklemek için içsel bir veriye dayanır ve biz bunlara “duygu” deriz. Bu sürçte algılamaktan değil, duyumsamaktan bahsederiz. Bazılarımız kendilerine tüm duyguları yaşamak için izin verir, bu sayede olumlu ya da olumsuz duygularının deneyime dönüşmesine fırsat verir ve onlarla baş etmeyi öğrenir.  Bazılarımız ise olumsuz duyguları yok sayar ve sadece olumlu duyguların hayatında var olmasına izin verir; bu olumsuz duyguları yok sayıp bastırırken ise genellikle sonrasında karşımıza nasıl çıkacağını bilemeyiz. Ancak bastırıla, yok sayılan duygular genellikle beklenmedik anlarda daha olumsuz sonuçlarla karşımıza çıkarlar. Oysa hep söylediğimiz gibi hayatta hem olumlu hem de olumsuz duygulara yer vardır. Hatta bir olumlu bir duygunun anlam bulabilmesi için olumsuz duygunun da hayatımızda yer bulmasına izin vermemiz, tüm duygularımızı oldukları gibi kabul etmemiz önemlidir. Sonuçta hissetmenin doğrusu ya da yanlışı yoktur.
Yetişkinler olarak kendi duygularımızla temas etme şeklimiz, bunlarla başa çıkma biçimlerimiz çocuklarımız için çok önemlidir. Duygularımızla ne yaptığımız ve onları nasıl yaşadığımızı izleyerek çocuklar kendi içlerinde kabul edilebilir olan ve kabul edilemeyen duyguları değerlendirirler. Bazılarını ebeveynleri de kendi duyguları ile daha güçlü baş edebilsin diye daha sık ortaya çıkarırlar, bazılarının ise güvenip yaslanmak istedikleri yetişkinler olan ebeveynlerindeki olumsuz ve yıkıcı etkisini gözlemleyip asla onlara temas etmeden yaşamaya çalışırlar. Ya da gözlemlemenin ötesinde bizlere kendi duygularından bahsederler ve onların duygularına bizim verdiğimiz tepkileri değerlendirirler. Bu da ileride neyi, nasıl ele alacaklarına, neyle daha kolay baş edebileceklerine ya da ne hakkında hiç konuşmamaları gerektiğine dair onlara fikir verir. Her iki durumda da çocuk yaşam deneyiminin sınırlılığı içinde bu gözlemler ve sonuçlarla baş etmekte çok zorluk çeker ve bu durum çocuklar için büyük bir yüktür.
Tüm duyguları olduğu gibi kabul etmenin önemli olduğunu rasyonel tarafımızla biliyor olsak da,  kültürel olarak ya da yetiştirilmeden dolayı, olumsuz duygular söz konusu olunca biz yetişkinler genel bir tahammülsüzlük içinde oluruz. Çocuklarımız bize olumsuz duyguları ile geldiklerinde, okuduğumuz kitaplar, sohbet ettiğimiz uzmanlar ve incelediğimiz makalelerin etkisinden çok kendi içsel deneyimimize çekilir ve o deneyimden yansıyanlarla cevap verirken buluruz kendimizi. Dolayısıyla söylediğimiz şeyler uygun ve kabul edilir bir mesajı içerse de beden duruşumuz, sesimiz ve ifadelerimiz başka bir hikaye anlatır çocuklara. Ve alttan ilettiğimiz mesaj bazı duyguların aslında hala kabul edilmediği olur.
Korku hepimizin zaman zaman hissettiği temel duygulardan biridir. Çocuklar söz konusu olduğunda çok sık karşımıza çıkan ve çoğunlukla kendi deneyim penceremizden cevap verme ihtimalimizin olduğu olumsuz bir duygudur. Kimse korkmak istemez ama herkes bir şeylerden korkar. Çocukken korkularımız daha hayali şeyler iken yetişkin olduğumuzda bunlar sosyal olaylar ya da beğenilme gibi içsel tutumlardan kaynaklanır. Ama ne olursa olsun korkuyu ne çocuklarımızda ne de kendimizde görmek isteriz; kendimiz korkmaktan korktuğumuz ve korkularımızı kabul edemediğimiz gibi çocuklarımızın da bir şeylerden korkmasından hoşlanmayız. Oysa onlar gelişimlerinin çok önemli bir parçası olarak korkarlar. Yaşam deneyimlerinin kısalığı ve her an yeni bir durumla karşılaştıkları, yeni şeyler öğrendikleri düşünüldüğünde, bu alışılmadık durumlarla ilgili korkuyor olmaları, yeni korkular geliştirmeleri de normaldir ve hatta gereklidir.
İlk korkular genellikle bir bebek anneden ayrışmaya başladığında ortaya çıkar. Sonra hayal olan ile (içsel gerçeklik), gerçek olan (dışsal gereklik) karşılaştığında yeni korkular ortaya çıkmaya başlar. Zihinleri geliştikçe yeni düşünceler geliştirirler, yeni duygular, deneyimler yaşarlar. Bu tanıdıklıktan uzaklaşmak da yeni korkuları doğurur. Başta sadece besinin zamanında gelmemesi korku kaynağıyken, zamanla yüksek sesli objeler ve insanlar ya da evden ayrılıp yeni bir ortama girmek veyahut da sevdiği, alıştığı ortamdan uzak olmak olabilir. Sonuçta çocuklar korkarlar, her baş edilmesi öğrenilmiş korku ile bir daha korkmayacaklarının garantisi yoktur ve büyüdükçe yeni şeylerden korkmaya başlayabilirler.
Neredeyse her çocuğun korktuğu bir şey ardır Bu korkuların bazıları gerçekçi bazıları ise tamamen mantıksız olabilir. Gerçekçi veya değil korkular aslında bizim dünyada var olmak için atacağımız adımları belirlememize yardımcı olur. Bu sayede riskleri görürüz, tehlike içeren durumları fark ederiz ve aslında kendimizi korumayı öğreniriz. Bazı korkularımız ise hiç karşılaşmadığımız durumlara ilişkin miras aldığımız korkulardır. Bunlar bize evrimsel atalarımızdan gelmiştir; hiç görmemişizdir ama yılanlardan ya da dinozorlardan korkarız. Hatta atalarımız bize bu korkularla birlikte temel üç baş etme mekanizması da miras bırakmışlardır; çok korktuğumuz bir şey karşısında donup kalabilir, ondan kaçmayı tercih edebilir ya da onunla savaşmaya karar verebiliriz. Evrimsel yolculuğumuz çok uzun bir süredir devam ettiği için yeni baş etme yöntemleri de her gün repertuarımıza eklenir ve her an çevrelerini keşfeden çocuklarımız için de yeni baş etme yöntemlerine başvurmaları için korkunun koruyucu bir işlevi vardır. Çocuklar korkuları aracılığıyla çevreye uyum sağlamayı, problemlerle başa çıkmayı ve kendilerini tehlikelere karşı korumayı öğrenirler.
Çocuklar farklı yaşlarda farklı şeylerden korkabilirler. Bebekler, yüksek sesler veya ani hareketler, yabancılar, bakım veren kişilerden ayrılmak, ev içerisindeki yeni fiziksel düzenlemeler ve/veya rutinlerindeki değişiklikler gibi şeylere karşı korku duyarlar. Anaokulu çocuğu diyebileceğimiz iki ve altı yaşları arasında ise çocuklar karanlıktan, gece çıkan seslerden, maskelerden, canavarlar ve hayaletlerden, palyaçolardan ve bazı hayvanlardan korkabilirler. Okula yeni başlayan çocuklarda rutinler değiştiği için evden uzak kalmak, ailesinin onu okulda bırakması, bilmediği bir insan topluluğu içinde nasıl davranırsa güvende olacağını kestiremiyor olması korku kaynağı olabilir. Bunlar “okula gitmek istemiyorum” gibi serzenişler şeklide ortaya çıkabilir ya da bunlardan bahsetmese de daha önce korkmadığı bir şeyden korkması olarak kendini gösterebilir. Sonuçta bunların hepsi normaldir, kabul edilebilirdir ve yetişkinin sakin kalarak çocuğuna destek olmasıyla halledilebilir. Peki nasıl?
Çocuklar pek çok korkumalzemesi getirebilir, özellikle dört yaş civarında artık iç gerçekli ve dış gerçeklik arasında sınırlar netleşmeye başlar. Bu dönemde çocukların sıklkla canavarlardan, hayaletlerden ya da zombilerden bahsettiğini duyabilirsiniz. Özellikle gece yatmadan önce odadaki bu kötücül ve fantastik öğeler ile size geldiğinde hem gerçek olmadığını bildiğiniz bu “şeylerden” korkuyor olması hayrete düşürür, hem de çocuğunuzun bu korkuyla başa çkması için yardım etmek istersiniz. İlk olarak akla böyle şeylerin olmadığını ve yaşının da bunlardan korkmak için artık büyük olduğunu söylemek gelebilir.  Ancak bu bi yetişkinlerin bile hoşalmadığı bir tutuma denk gelir; birinin size “saçmalama olur mu öyle şey” dediğini ve duygunuzun anlaşılmadığı zamanları bir düşünün... tıpkı biz yetişkin olduğumuz için herşeyin üstesinden gelmiş olmamızın beklenmesinin gerçek olmadığı gibi çocuğunuzun da okula gidiyor, bir çok şey öğreniyor ve büyüyor diye bir şeylerden artık korkmuyor olmasının gerekmesi de gerçek değildir. Gerçek olan orada bu duygunun var olduğudur ve hayali olsun ya da olmasın bu duygunun kaynağı da çocuğunuz için anlamlı ve önemlidir.
Bu noktada ilk adım, bu konuyu endişeyle değil ama ciddiyetle ele almaktır. Bu şakilde onu dinlediğinizi ve duygusunu olduğu haliyle kabul ettiğinizi ifade etmiş olur ve çocuğunuzun ihtiyacına yönelmiş olursunuz. Bu dinleme ve sorular sorma süreci onun aslında neden korkttuğunu anlamanızı da sağlar, çünkü çocuklar asıl korku kaynaklarını biz yetişkinler gibi deüğerlendiremezler. Dolayısıyla onunla konu hakkında konuşurken asıl onu kaygılandıran ve korkutan şeyi de bulma şansına erişebilirsiniz. .bir çocuğun karanlıkta orataya çıkabilecek gerçek üstü şeyler hakkındaki korkuları başka şeylerle ilgili olabilir. Bu sayede ilgiyi üzerinde tutuyor ve sizinle daha falza vakit geçirme şansı elde ediyor olabilir. Sizin ne kadar dayanıklı olduğunuzun ve her durumda size güvenip güvenemeyeceğini test ediyor olabilir. Aslında çok gergin olduğu bir dönemden geçiyor ve içindeki canavarlar ile baş etmeye çalışıyor olabilir. Karanlıkta objeleri tanıyamadığı için hayal gücünü oyunlarıyla onları korkutucu algılıyor olabilir. Ya da önünü göremediği için bir şeylere çarparak canının acımasıyla ilgili endişe duyuyor olabilir... Sonuçta bu kaynağa vardığınızda harekete geçmek, önlem almak ve/veya destek olmak da kolay olacaktır. Bu önlem duruma göre bir gece lambası, iki oda arasındaki mesafenin adım olarak karşılığı, onun yanında her ihtiyaç duyduğunda bulunmak, uykuya dalarken ona eşlik etmek olacaktır. Ne olursa olsun onu dinlediğiniz bu süreçte çocuğunuz önemsendiğini ve güvende olduğunu hissedecektir.
Bu sürecin ardından çözüm ya da önlem adına ne yapacağınızı konuşmak da önemli bir adımdır. Hem ona yardımcı olmak için orada olmanız hem de çocuğunuzun da bununla baş etmek için fikir üretmesi önemlidir. Bu çocuğunuza, gücün sadece yetişkinde olduğu, onsuz kötü duygularla baş edemeyeceği gibi bir yanılgıdan çıkması ve kendi ,içsel kaynaklarına yönelerek yeni çözümler bulması için cesaret verir.
Korkularla baş etmesi çocuğunuzla pek çok şey yapabilirsiniz. Önemli bir yöntem duyarsızlaştırmadır. Özellikle gerçek nesneler ve canlılar korku kaynağı olduğunda duyarsızlaştırma çok yararlı bir başa çıkma olanağı sunar. Duyarsızlaştırma sürecinde çocuğunuza korktuğu nesne ve/veya hayvanla kontrollü ve adım adım ilişki kurabileceği, bu ilişki vasıtasıyla kendisi için güvenli bir alan yaratabileceği ve bu nesne ve/veya canlıyı hayatının normal bir bileşeni olarak görmeye başlayabileceği bir düzenleme yapmanız gerekir. Örneğin çocuğunuzun korktuğu canlı köpekse (ve ortada travmatik bir deneyim yoksa), içinde sevimli ve dost köpeklerin olduğu kitaplar okuyarak, çizgi filmler izleterek, onları uzaktan izleyerek ve son olarak onlarla yakınlaşarak ve güvenli bir temas ortamı yaratarak süreci planlayabilirsiniz. Duyarsızlaştırma sürecinde en öneli olan şey çocuğunuzun hazır oluşunu izlemektir. Her adım ayrı ayrı ele alınır,tüm yapılacaklar tek seferde gerçekleşmez. Bir adımda güvenli ve rahat olunduktan sonra diğer adıma temkinli adımlarla geçilerek süreç devam etmelidir yoksa çocuğunuzun korkusu, hazır olmadığı bir durumla karşılaştığı için daha yoğun ve başa çıkılamaz bir hale gelebilir. Korkunun yoğunluğuna göre duyasızlaştırma sürecinde bir uzmandan eşlik etmesi istenebilir ve hatta travmatik bir deneyim sonucu bu korku gerçekleştiyse çok beklemeden uzman desteği almak gereklidir. Sonuçta bu yöntemle ilerlemeye karar verdiğinizde basit bir baş etme yönteminin öğretilmesinden fazlası yapılır.
Duyarsızlaştırmadan daha basit yöntemler de süreci kolaylaştırabilir ve çocuğunuzun baş etme becerilerini güçlendirebilir. Zaten amaç korkuyu yenmek ya da yok etmek değil, bununla sağlıklı ve işlevsel bir şekilde baş edebilmesi için çocuğunuza yol gösterip destek olmaktır. Korku bedensel tepkileri ve refleksleri harekete geçirdiği için  çocuklara nefes beden gerilimini azaltmasına yardım edecek şekilde nefes alması öğretilebilir. Zihinde canlandırmalar yapmak ve güvenli bir yer oluşturmak da önemli bir baş etme şeklidir. Korktuğu korkunç yaratıkları komikleştirmesine, çıkamayacağı bir kafese koymasına hayal etmesine yardımcı olarak ve bu görüntüyü somutlaştırması için resmini çizmesine teşvik ederek yardımcı olabilirsiniz. Bu süreçte kendi korkularınızla nasıl baş ettiğinizi anlatabilirsiniz; bu yöntem hem sizin de korkularınızın olduğunu hem de bunlarla baş edilebileceğini duyduğu için işe yarayabilir. Herkesin yaşadığı bir duygu olduğunu görmek de ayrıca çocuğunuza hem duygusunun hem de yaşadıklarının normal olduğu ve bu sürecin sonlanabileceğine dair güven verir.
Korkan ve bu korkularıyla baş etmeye çalışan çocuğunuz için yapılması yarar ve destek sağlayan yöntemler kadar, hiç işe yaramayan, kaçınmanız gereken yöntemler de vardır. Örneğin koktuğu nesne ya da canlı ile tek seferde karşı karşıya bırakma, buna zorunlu olarak onu maruz bırakmak ve bir çeşit “şok terapisi” yapmak genellikle daha büyük sorunlara yol açar. Bu tutum korkusunun güçlenmesine neden olduğu gibi size olan güvenini de zedeler. 
Etkisiz yöntemlerin bir ucu “hemen üstüne gidip çözelim” tutumu iken diğer ucu da “aman koruyalım da hiç karşılaşmasın” tutumudur. Bu koruma durumu kısa vadede etkili bir çözüm gibi görünebilir. Ancak yaşam gibi uzun bir yolculuk içinde olduğumuzu düşünürsek olumsuz sonuçları daha yıkıcı olabilir. Çocuğunuz sürekli korunduğu için, gerçeklikle yüzleştiğinde nasıl başa çıkacağını bilemediği bir durumun içinde kendisini bulabilir. Sizin olmadığınız durumlarda korkuları travmatik bir deneyime dönüşebilir, fobik durumlar ortaya çıkabilir. Kendi içsel kaynaklarının farkına varma şansı bulmadığı için kendine güveni zedelenebilir.
Son olarak çocukların korkuları düşünüldüğünde bu iki tutum kadar zedeleyici sonuçlar oluşturabilecek bir üçüncü yöntemden bahsetmek gerekir. Çocuğunuzun korkusunun gereksiz ve gerçek dışı oluşuna ilişkin ders vermek, bu konuda şakalar yapmak, duygusunu görmezden gelmek, reddetmek ve/veya hafife almak, hem sizinle ilişkisini zedeler hem de baş etmesi gereken sadece duygusu olmaktan çıkarak sizin gözünüzdeki değeri ve önemiyle ilgili içsel bir sorgulamaya girmesine neden olur.
Unutmayın; amacımız bir duygunun yok olmasını sağlamak değildir. Çocuklarımıza kazandırmaya çalıştığımız şey korku gibi olumsuz duyguların da olabileceğini kabulünü, bu duygularla baş etmenin mümkün olduğu algısını ve bu süreçte destek  olacağımızın güvenini vermektir. Tamamen yok olmasa da da çocuklar bu duygularıyla baş edebilirler ve bu duygunun gündelik yaşamlarındaki gücünü azaltabilirler. Sedece bunun gerçekleşmesi için bile hem kendinize hem de çocuğunuza zaman tanımak ve bu süreçte sakin kalabilmek önemlidir.

Sevgiyle,

Beyhan ÖZPAR

Psikolojik Danışman

5 Kasım 2015 Perşembe

"Ölmek ne demek?" - Zor Konular Hakkında Konuşabilmek...


Hayat pek çok anlamda bizi bazı fırsatlar ve zorluklarla sınar. Özellikle çocuklarla beraberken her an beklenmedik bir şeye açık olmak gerekir; ancak bu her şeyi kontrol etmeye çalıştığımız ya da hazır olmadığımız için, pek çok kere ertelediğimiz konular söz konusu olduğunda bir yetişkin olarak bizim için oldukça zorlayıcıdır. Cinsellik, toplumsal felaketler, geniş ölçekli yıkımlara neden olan doğal afetler ve tabii ki ölüm bunlar içinde yetişkinlerin genellikle en çok kaçındıkları konular olur. Oysa çocuklar gelişimlerinin ve öğrenmelerinin çok önemli bir parçası olarak merak ederler ve sorular sorarlar. Sordukları sorulara da mutlaka cevap beklerler.

Yetişkinler olarak bizler yaşam sürelerimiz içinde pek çok deneyimle karşılaşırız. Zihinsel ve duygusal dünyamız bu süre içinde karşılaştığımız tüm bu deneyimlerin kaydını tutar ve tepkilerimiz bu çerçevede oluşur. Zor konularda bizler de pek çok şey yaşamışızdır; yeterince cevaplanmamış sorularımız, güvendiğimiz yetişkinlerin baş edemediklerini gördüğümüz konular ve olaylar, çok sevdiğimiz birinden duyduğumuz ve hayatımızı etkileyen bir açıklama veya söz bu tepkiler için zemin oluşturur. Bunların üzerine bir de kişisel bir deneyim eklenince oluşturduğumuz bu tepkiler, konuşmaktan özellikle kaçındığımız konulara dönüşürler. Bu konular içinde en çok kaçındığımız ise genellikle “ölüm” olur; çünkü bir şekilde hepimiz buna tanık olmuşuzdur ve daha da önemlisi bunun hepimizin başına gelecek bir gerçek olduğunu biliriz. Bununla baş etme ya da edememe şeklimiz ise genellikle diğer insanlarla ilişkilerimizde arka planda varlığını hissettirir ve ilişkilerimizi etkiler.

Çocukların ne kadar meraklı olduğunu biliriz; özellikle birlikte yaşadıkları yetişkinlerin, çok sevdikleri ebeveynlerin kaçındıkları özel bir konu varsa o konuda daha fazla meraklı olduklarına mutlaka şahit olmuşuzdur. Ancak bizim hazır olmadığımız konular, özellikle ölüm ve cinsellik gibi konular çocukların gelişimlerinin bir parçası olarak, kaçınıp kaçınmadığımız fark etmeksizin çocukların gündemine girer. “Hep mutlu olmalarını” dilediğimiz çocuklarımızın cinsellikle ilgili sorularını göğüslemek genellikle daha kolay olur, çünkü bunu gelişimlerinin bir parçası olarak kabul etmek daha kolaydır. Ölüm söz konusu olduğunda ise bununla karşılaşmalarını istemez, görmezden gelir ya da yok sayar, gelişimlerinin bir bölümünde bununla ilgili soru soracaklarını düşünmeyiz. Dolayısıyla da genellikle bu konuyu bir kayıpla karşılaşmadan açmaz, hatta böyle zamanlarda da kaçınır, nasıl cevap vereceğimizi bilemez ve mümkünse saklamayı yeğleriz. Ancak unuttuğumuz şey iyi cevaplanmamış bir sorunun, zihni meşgul eden tam açıklanmamış bir konunun, sonrasında yanlış algılara, korkulara, hatalı öğrenmelere ve duygusal sıkıntılara yol açacağıdır.

Ölüm sevimli bir konu değildir; kimse ölüm hakkında konuşmak istemez. Konuşmak şöyle dursun düşünmek bile istemeyiz. Yine de geciktirmeye, yok saymaya, sevdiklerimizi bundan korumaya çalışsak da yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğunu biliriz. Bu bilgi tam yerini dolduramadıkları boşluklar oluşturur ve çocukların da ilgisini çeker. Ne olduğunu bilmek isterler; çünkü ölümü doğa içinde görmüş ve deneyimlemişlerdir; kulak misafiri oldukları bir sohbette, bir çizgi filmde ya da yaşamlarının bir yerinde duymuşlar ve görmüşlerdir. Dolayısıyla bu konuda soru sormaları kaçınılmazdır. Peki, biz yetişkinler hiç sevmediğimiz bu konu gündeme geldiğinde neyi, nasıl yapmalıyız?

Ölüm hakkında konuşmanız, aslında zamanını beklemeniz ve eğer gelirse cevaplayacağınız gereken bir konu olmadığını söyleyerek başlamak gerekir söze. Ölüm konusu bir eğitim meselesidir aslında; gündelik hayatın ve tüm varlıkların bir başlangıcı, bir yaşam süreci ve sonu vardır nihayetinde. Dolayısıyla bu konu “araya sıkıştırılmamalı”, görmezden gelinmemeli, geçiştirilmemelidir. Nasıl ki gelişimlerinin her aşaması hakkında bilgi sahibi olmak ve çocukları da haberdar etmekten kaçınmıyorsak, ölümün de varlığını yok saymamalı ve zorunda kaldığımız için cevapladığımız bir konuya dönüştürmemeliyiz.

Bu noktada asıl önemli olan genellikle sizin ölümle ilgili deneyimleriniz ve nasıl hissettiğinizdir. Ölüm pek çok kültür tarafından farklı algılanır; batılı toplumlar bundan kaçınmanın ve çocukları bununla karşılaştırmamanın peşindeyken doğulu toplumlar bundan kaçınmaz, hayatın önemli bir parçası olarak kabul eder ve çocuklarını da yaşları kaç olursa olsun bu süreçten haberdar ederler, sürece tanık kılarlar. Kendinizi düşünün; siz ölümle ilgili ne hissediyorsunuz? Neler yaşadınız ve bunların üzerinizde nasıl etkileri oldu? Çocuklarınızın size benzer bir algı ve deneyimleri olsun ister misiniz? Peki, bunu bu konudan kaçınarak mı yoksa yaşlarına uygun bir dil kullanarak, yeteri kadar bilgi sunarak mı yapacağınızı düşünüyorsunuz?

Ölümü aslında doğal yaşam döngüsünün bir parçası ve “normal” bir durum olarak ele almak kolay değildir; ama aslında ölüm, doğum gibi yaşamı tamamlayan “normal” olan bir parçadır. Bunu anormal hale getiren genellikle bu konuya bağladığımız ya da çevremizde ölenlere karşı duyduğumuz hislerdir. Hislerin yanlışı yoktur; sizin için bunu konuşmak üzücüyse ve zorsa, bu inkar edilemez bir gerçektir. Ancak her zaman söylediğimiz gibi, çocuklar karşılarında çok zor konular karşısında bile yıkılmayan, güçlü kalan, baş etmeye çalışan yetişkinler isterler. Dolayısıyla konu ölümü konuşmak olduğunda hislerinizden arınmış bir şekilde orada durmanızı değil, hislerinizle baş edebilir şekilde onun katlanabileceği kadar bilgi vermenizi beklerler. Bunun en kolay yolu da hayatınızda ölümle ya da ölüme ilişkin sorularla, kaçınılmaz olarak karşılaşmadan önce bir eğitim sürecinin özel bir parçası olarak konuyu ele almaktır.

Konuyu yaşam döngüsünün bir parçası olarak düşündüğünüzde, özellikle iki ile altı yaş arasındaki çocuklar için aslında çok önemli bir deneyim ve öğrenme olanağı da sunarsınız. Çünkü hayatın kendisi ve doğa size bunu açıklamanız için benzersiz fırsatlar ve olanaklar sunar. Tıpkı doğmalarının, büyümelerinin, yemek yemelerinin, uyumalarının, yürümelerinin ve oynamalarının yaşam döngülerinin parçası oluşu gibi sevdikleri hayvanların, bahçedeki ağacın, saksıdaki çiçeğin ve hatta eşyalarının da birer yaşam döngüsü vardır. Doğalar, yaşar ve bir süreçten geçerler ve sonra yavaş yavaş, bazı parçalarının kullanılmaz olmasıyla başlayan bir süreç içinde işlevlerini kaybederek/yaşlanarak ölürler. Bunu siz böyle kabul edip, çocuğunuzun da böyle deneyimlemesine olanak verdiğinizde sordukları soruları sakince karşılamak ve cevap vermek daha kolay olur. Çocukların da ölümü korkutucu ve kaçınılması gereken bir durum gibi algılamalarının önüne geçebilme gücünüz artar.

Ölümle ilgili olarak bir çocuğun kabul edebileceği bilgi yaşına göre değişir. Ancak yine de dikkat edilmesi gereken hassas noktalar vardır. Örneğin ölüm hastalıkla ilişkilendirilirse çocuklar için hasta olmak kabusa dönüşebilir; çünkü onlar için hasta olmak soğuk algınlığı, grip ya da öksürükle eşdeğerdir ve evde kaldığı, ilaç alarak iyileştiği zamanları işaret eder. Sizin hasta oluşunuz da baş edilemez başka bir kaygıya neden olabilir. Uyku ile eşleştirildiğinde uyku sorunlarına kapı aralamış olursunuz, sadece yaşlılıkla açıklarsanız çocukların zaman kavramı bizimkinden farklı olduğu için anlamayabilirler; yaşlanmak ya da sizin yaşlanmanızı istemezler, yaşlı insanlardan kaçınabilirler. "Yıldızlara, çok uzağa ya da cennete gitti" dediğiniz zaman “beni niye almadı?” ya da "ne zaman dönecek?" sorularına da hazır olmanız gerekir. Birini “kaybetmek” olarak açıklarsanız, onu bulmak için ne yaptığınızı, ne zaman aramaya başlayacağınızı ya da onu nasıl kaybettiğinizi sorgulamaya başlarlar... Bu kadar değişken varsa ne demek gerekir o zaman?

Ölümü bir çocuk için kabul edilebilir ve baş edilebilir kılmanın yolları vardır. Bunların ilki doğru terimlerle anmak, yani “ölüm”, “ölmek” kavramlarına hayatınızda yer vermek ve bu kavramları kullanmaktan kaçınmamaktır. Bundan sonra çok somut ve anlayabilecekleri bir dile dökmek gelir. İki yaşında bir çocuk için "ölen bir kişiyi bir daha göremeyecek olmak anlamına geldiği ve bu kişiyi görememenin de üzücü olabileceğini" bilmek yeterlidir. Üç ve altı yaş arasındaki çocuklara ise, artık canlı olmamak, bedenin çalışmasının durması ve yapmaya alışkın olduğu nefes almak, yürümek, konuşmak, hareket etmek gibi şeyleri yapamayacak ve hissedemeyecek olması gibi daha detaylı açıklamalar yararlı olur. Genellikle “çok yaşlanınca” ölündüğünü ekleyebilirsiniz ancak buna zaman kavramını anlaşılır kılacak bazı ek bilgileri eklemek de yararlı olur; çünkü ardından sizin yaşlanmanıza ve kendisinin yaşlanmasına ilişkin sorular da eşlik eder. Dolayısıyla büyüme yolculuğunda atacağı adımlar olan okula gitme, araba kullanmaya başlama, okulları bitirip işe başlama, evlenme ve çocuk sahibi olma gibi sizin yaşlarınıza geldiği zaman onun büyüyor, sizin ise yaşlanıyor olduğunuz bilgisini eklemek, bunun hızlı olmayan bir süreç olduğunu anlamasını kolaylaştırır ve onu rahatlatır.

Genellikle zihinsel gelişimlerinin bir parçası olarak çocuklar beş ve altı yaşına dek ölümün geri döndürülebilir bir şey olduğunu düşünürler ve ölen kişinin geri geleceğine inanma eğilimindedirler. Daha önce olumsuz duygularını ifade etmek için “öl” ya da “ölmesini isterim” gibi şeyler söylediyseler, her şeyin kendileri öyle istediği için öyle olduğunu düşünme eğiliminde olduklarından – benmerkezci düşünce – ve bir şekilde bunu söyledikleri kişi de ölürse, bundan kendilerini sorumlu tutabilirler. Aynı dönemde çocuklar sihirli düşüncelere sahip oldukları için, sevdikleri kişiyi ölmekten kurtaracak ya da koruyacak güçleri olduğuna da inanabilirler. Aslında bu bile bize çocukların ölüm hakkında zamanında ve doğru bilgilendirilmelerinin ne kadar önemli olduğunu göstermeye yeter de artar.  Beş yaşlarında çocuklar somut olarak düşünebilirler, ölümün geri döndürülemeyen bir şey ve nihai son olduğunu anlayabilirler. Bununla birlikte bütün detaylara hakim olmak isterler ve çok fazla soru sorarlar. Altı yaşında ise artık ölümün herkesin başına gelen, yaşam döngüsünün ayrılmaz bir parçası olduğunu anlarlar.

Tüm bunlara ek olarak ölüm hakkında konuşmaya ancak sorular geldiği zaman başlamaya karar verdiyseniz yine de özenli bir yol izlemeniz önemlidir. Yaşına uygun bir dil kullandığınızdan emin olmak için kısa ve net açıklamalar yapmak işinize yarayabilir. Bir parça açıklama yaptıktan ve kısa bir bilgi verdikten çocuğunuzun bu bilgiyi işlemesi için ona süre vermelisiniz. Bu süre içinde tüm soruları yanıtlanmış hissetmeyecek ve yeni sorularla karşınıza gelecektir. Hem bilgiyi işleyebilmesi için hem yeni sorular oluşturabilmesi için zamana ihtiyacı olacağından sabırlı olmanız önemlidir. Sonuçta sorularla geldiği zaman sorularını anlamaya çalışın; tam olarak neyi merak ettiğini bulmak için siz de ona sorular sorun… Anlamsız ve zorlayıcı sorulara da hazır olun ve bunları sorarken aslında ne öğrenmeye çalıştığını, gerçek ihtiyacının ne olduğunu anlamaya çalışın. Dürüst olun ve bilmediğiniz bir şey varsa bunu açıklıkla söyleyin; araştıracağınızı, öğrenmeye çalışacağınızı bilmek, bu bilinmezlikle sakin bir şekilde baş ettiğinizi görmek, onu kendi bilmedikleriyle baş edebilmesi için cesaretlendirecektir. Ölümden sonrası da dahil olmak üzere pek çok konuda daha bir çok soru gelme ihtimaline hazır olur. Ölümden sonrası için verebileceğiniz bilgi için bir öneri vermek genellikle uzmanlar için zordur çünkü bu inancınızla da ilgili bir konudur. İnancınızın size sunduğu bilgiyi, çocuğunuzun katlanabileceği bir forma sokmanız burada anahtardır.

Son olarak ne olursa olsun bir çocuk için ölümün ayrılmak olduğunu hatırlayın; ölüm onlar için sevdikleri, güvende hissettikleri kişilerden ayrılmak anlamına gelecek ve ne olursa olsun bundan hoşlanmayacaklardır. Ayrılmaktan en çok korktukları kişiler siz ebeveynlerisiniz; çünkü siz onlar için güven, sevgi, korunma ve bakım anlamını taşırsınız. Dolayısıyla ölümü ve ayrılığı bir şaka konusuna ya da tehdide dönüştürmemeniz hem önemlidir hem de gereklidir. Daha önemli bir diğer şey ise onların hayatında, anneleri ve/veya babaları olarak daha çok uzun süreler var olmayı planladığınızı bilmeleridir. Tüm gerçekliği onlarla paylaşırken, bu güvenceyi onlardan esirgememeniz de çok önemlidir.

Sevgiyle,

Beyhan ÖZPAR
Psikolojik Danışman


Yararlanılan Kaynaklar:
Brown-Braun, Betsy – “Neyi, Nasıl Söylemeli? – Aklı Karışmış Ebeveynler İçin Pratik Öneriler”
(2015); Tara Kitap, İstanbul
Goldman, Linda – “Children Also Grieve – Talking About Death and Healing” (2006); Jessica
     Kingsley Publishing, London/Philadelphia
Talwar, Victoria & Harris, Paul & Schleifer, Michael – “Children’s Understanding of Death” (2011)
                            Cambridge University Press, New York


28 Eylül 2015 Pazartesi

Her Şey Dinleyerek Başladı...


İnsanoğlu ilişki içinde olmaya bağımlı tek canlı türüdür. Kurduğu tüm ilişkiler insanın kendini algılayışından toplumsal normları öğrenmesine kadar uzanan geniş bir yelpazede pek çok kazanıma hizmet eder. Yalnız kalmak istediğimiz zamanlarda bile diğerleri ile örtülü bir mesaj eşliğinde ilişkimizi sürdürürüz. Hatta diğerleri ile ilişkilerimize yönelik yatırımlarımız azaldığında ya da kaybolduğunda kitaplar, sanatsal faaliyetler ya da hobiler gibi ilişki kuracak başka şeyler ararız.

Modern zamanlar insanoğluna bu anlamda en büyük nimetlerinden birini sunmaktadır; kitle iletişim araçları ve sosyal medya insanın ilişkide bulunma ihtiyacına büyük ölçüde cevap vermektedir. Ancak ne kadar “gerçek bir ilişki” içinde olduğumuz tartışılır. Çünkü aslında ilişki kurmak iletişimle başlar ve maalesef günümüzde iletişim kurmak tüm teknolojik olanaklara rağmen sınırlı olarak gerçekleştirdiğimiz bir şeye dönüşüyor. Şimdilerde iletişim kurmak dediğimiz şeyin daha çok mesaj atmak, ne yapılacağını söylemek, nasıl yapılacağını söylemek gibi sadece içerikle sınırlanmış bir hale dönüştüğünü görmek mümkün. Bu yanlış bir iletişim şekli mi; hayır. Ancak kesinlikle eksik olduğunu söylemek yerinde olur. Özellikle çocuklar söz konusu olduğunda gerçek anlamdan yoksun, yaşına uygun beklentiden uzak, sadece edilgen kılan ya da diğer uçta asla kendi sınırlıklarının farkına varmayan ve sahte bir kendilik geliştirme riski altındaki narsistik çocuklar yetiştirmemiz çok mümkün. Veyahut kendini teknolojiye adamış ve teknoloji ile bağımlı bir ilişki içinde olan ancak gerçek bir ilişki kurmanın nasıl olduğunu deneyimleyemeyen bir nesle doğru ilerliyor olduğumuz da görmezden gelemeyeceğimiz bir gerçek.

Sorunları ve görünürdeki riskleri listelemek her zaman daha kolay oluyor. Peki, çözüm var mı? Varsa ne?

Önce belki biraz iletişimin ne olduğunu konuşmak gerekiyor. Yukarıda bahsettiğim gibi şu anda kullandığımız iletişim şekli ve/veya araçları yanlış değil, sadece eksik. Eksik çünkü iletişimi sadece bilgi alışverişi gibi teknik bir yanını besliyor. Oysa iletişim kurmak teknik gerekliliklerden her zaman daha fazlasını barındırıyor. Özellikle iletişim kurarken asıl aradığımız şey olan o temas ihtiyacını ve duygusal olarak beslenme gerekliliğini unutmamamız gerekiyor. İletişimi ilişki içinde olmak için kullanıyoruz ancak ilişki kurmaktaki temel ihtiyacımız olan anlaşılma, sevilme, kabul görme ya da sadece duyulma gibi temel ihtiyaçlarımızı görmezden geliyoruz ya da değersizleştiriyoruz. Yetişkinler söz konusu olduğunda tepkiler ve bununla başa çıkma biçimleri çeşitlenebiliyor; şiddet içerikli bir formdan yok sayma gibi basit savunmalara kadar geniş bir yelpazede pek çok tepki ile karşılaşabiliyoruz. Duygusal anlamda duyulmak çoğunlukla değerini kaybediyor ve teknik gerekliliklerin yerine gelmesi yeterli olabiliyor.  Ancak çocuklar bu konuda başarı gösteremiyor ve duyulmak için ellerinden geleni yapmaya ancak bir süre devam ediyorlar. Sonrasında ise tamamen vazgeçip dünyaya olan güvenlerini kaybedebiliyorlar.

İletişim temelde karşılıklı olarak gerçekleştirilen sözlü ve sözsüz birçok içerikten oluşuyor. Sesimizin tonundan, jest ve mimiklerimizin durumuna kadar pek çok şey sadece görünen değil, gizli içeriği/mesajı da karşımızdaki kişiye ulaştırıyor. Genellikle atladığımız şey ise işin gerçek anlamda duyulma/anlaşımla boyutunu garanti altına alan, düzenli bir değerlendirme ve mesajı yeniden yapılandırma olanağı sunan geri bildirimler oluyor. Oysa karşılıklılık, geri bildirimler ile sağlanıyor.

Yetişkinler ses olarak duydukları şey ile tatmin olabilseler de çocuklar genellikle sözcüklerin ötesine geçiyorlar ve bazı şeyleri “asla” ima etmeseniz ya da “kesinlikle” çok iyi saklamış olsanız bile tüm söz dışı iletişim biçimlerinizden yakalayabiliyorlar. Bu keskinlikte bir görüşleri olduğunu genellikle unutuyor olmamız yetişkin alışkanlıklarımızdan kaynaklanıyor, oysa çocuklar için mesajın sözel tonu ve içeriğinden çok duygusal tonu ve söylenmeden gösterilenler daha önemli bir içerik sağlayıcı. Bu da bize çok önemli bir konuyu gündeme getirme sorumluluğu veriyor; çocuklarla iletişimde nelere dikkat etmek gerekiyor?

Bu konuda yapılabilecek temel şeylere geçmeden çocukların duyulma ihtiyaçlarının karşılanmasının daha zor olduğunu hatırlatmakta yarar görüyorum. Kelime dağarcıklarının, yaşam deneyimlerinin ve asıl istedikleri ya da istemedikleri şeyi tanımlama becerilerinin kısıtlılığı onlarla iletişim kurmayı genellikle zorlaştırıyor. Dolayısıyla yetişkine, yetişkinin kendini anlatmasından önce çocuğun kendini anlatabilmesi için gerekli sabır, sakinlik ve kolaylığı sağlaması gibi fazladan sorumluluklar ve görevler de veriyor. Ve tüm bunlar sağlansa bile yine de yetişkinin çocuk tarafından anlaşılması her zaman mümkün olmuyor. Zaten çocukla iletişimde asıl önemsediğimiz şeyin biz yetişkinleri tam olarak anlamasından çok öncelikle onu dinleyen ve anlamaya istekli, onu seven yetişkinlerin etrafında olduğu güvenini duyması ve yaptığımız yardımlar sayesinde de her geçen gün hem kendini anlatabilme hem de etrafındakileri anlayabilme becerisinin gelişmesi olduğunu hep hatırlamak gerekiyor.

Şimdi gelelim çocuklarla iletişim kurarken işimizi kolaylaştıracak, kapıları açmamıza yardımı olacak anahtarları konuşmaya... Ne yaparsak hem onlara anlaşıldıklarını hissettirip hem de onlar tarafından anlaşılma olanağımızı güçlendiririz?

·         Yaşa bağlı gelişim özellikleri hakkında bilgi veya fikir sahibi olmak en önemli konudur. Her yaş döneminin sadece fiziksel ve bilişsel değil aynı zamanda duygusal ihtiyaçları da vardır. Dolayısıyla yaşa uygun olmayan bir beklenti geliştirmek iletişimi de bu şekilde sürdürmemiz riskini doğurur. Bazen çocuklar “yetişkin gibi” konuşup, ilginç kelimeler sarf edebilirler… Önemli olan bunları söyleyebilmesi değildir; söylediklerinin anlamını bilmesi, bu asıl içeriğe katlanabilmesi ve bununla baş edebilmesi daha önemlidir. Yani kelime dağarcığının zenginleşmesi ile zengin kelime dağarcığındaki tüm kelimelerin duygusal anlamlarıyla baş edebilmesi aynı şey değildir. Konuşurken yine yen kelimeler öğrenmesini destekleyen bir dil kullanırken “bu dili kullanabiliyorsa artık her şeyi de anlayabilecek olgunluktadır” yanılgısına düşmemeye çalışın. Çocuklar sadece ailelerinin onayladığı, sevdiği kişiler olmaya gayret ederler; yaşlarının üzerinde olgunluk göstermeleri sizin beklentilerinizi karşılamaya çalıştıkları ancak bunu yaparken duygusal olarak çok yoruldukları anlamına gelir. Bu da bizi yine aynı sonuca götürür; yaşına uygun beklentiler geliştirin, iletişiminizi bu bilinçle sürdürün, çocuğunuzun da yaşı düzeyindeki tepkilerine alan açmış olun… Eğer yaşa bağlı gelişim özellikleri hakkında bir fikriniz yoksa bir uzmandan yardım alın; hem sizin hem de çocuğunuzun işini kolaylaştırın.

·         İletişim kurarken ilişkinizi kaybetmeyin… Çocuğunuzla sohbet etmek, ondan bir şeyi yapmasını istemek gibi pek çok durumda öncelikle adıyla seslenin. Sizin farkınızda olmasını ve ona dikkat ettiğinizi anlamasını sağlayın. Mümkün olduğunca ısrarcı olmayan bir tonda göz kontağını sürdürün, onun hizasında olun. Sesinizin tonuna ve ondan ne istediğinize özen gösterin, basit ve kısa cümleler kurmaya çalışın. Yaş büyüdükçe karmaşık cümleleri anlama potansiyeli gelişecektir. Yine de söylediklerinizi anlama, bunlara uzun süre dikkat gösterme gibi becerilerinin zamanla gelişeceğini hatırlayın.

·         Olumlu ifadeler kullanmaya özen gösterin. Özellikle beklentiler, kurallar, yapılacaklar ya da yapılmayacaklar gibi şeyler söz konusu olduğunda kültürümüzün bir armağanı olan “hayır”, “yasak”, “yapma” gibi olumsuz kelimeleri kullanma olasılığımız çok artıyor. Oysa olumlu bir dil kullanmak çocuğunuzun neyi yapmayacağını sürekli hatırlatmak yerine neyi yapacağını hatırlatıp işini kolaylaştırır. Olumlu bir dil kurgularken dikkat edeceğimiz tek şey ise yapılmasını istediğimiz şeyi dile getirmekten geçiyor; yani “koşma” demek yerine, “şimdi yürüyoruz” ya da “oyuncaklarını dağıtma” demek yerine “oynadıktan sonra oyuncaklarımızı topluyoruz “ demek gibi... Olumlu ifadeler kullanırken sosyal olarak kabul gören bir dil kullanmak da önemlidir; lütfen, teşekkürler, rica ederim gibi kalıplar hem model olarak hem de zaman içinde gelişen öğrenmelerdir. Hemen söylemeye başlamasa ya da yanınızda yapmasa bile ihtiyaç duyduğunda bu kelimelerin anlamlarını ve diğerleri üzerindeki etkisini bilerek kullanmaya başlayacaktır.

·         “Eğer” demek yerine “önce….. sonra…..” kalıbını kullanmaya çalışın. “Eğer” ile başlayan cümleler bir koşul bildirir ve tehdit olarak algılanma olasılığı çocuklar söz konusu olduğunda oldukça yüksektir. Ancak “önce/şimdi …… yapıyoruz, sonra…… yapacağız” gibi bir kalıp sunduğunuzda temel bir sıralama ve rutin mantığı geliştirme şansımız artar. Bu sayede çocuklara davranışlarının sonuçları olduğunu ve bu sonuçların sorumluluğunu alabileceğini de öğretme şansımız olur. Örnekleyecek olursak “önce yemek yiyeceğiz, sonra kitap okuyacağız” dediğimizde kitap okumak çocuğunuzun sevdiği bir etkinlikse yemek yeme konusunda da daha işbirlikçi davranma ihtimalini arttırabilirsiniz. Özellikle etkinlikler için süre ayırdıysanız ve süreler konusunda çocuğunuzu haberdar ettiyseniz geciktiği etkinlikler için kendine ait bir sorumluluğu olduğunu da ifade etmiş olursunuz.

·         Geribildirimin önemini hatırlayın. Söylediğiniz şeylerin havada kalmadığından emin olmak için çocuğunuzun ne anladığını teyit edin. Aynı şekilde onun anlattıklarını da can kulağıyla dinleyin ve anlayıp anlamadığınızdan emin olmak için sorular sorun, ne anladığınızı dile getirin, yanlış anladıysanız düzeltmek için yardım isteyin. Bu arada çocuğunuzun tarif etmekte güçlük çektiği deneyim ve duygular için de isim ve ifade bulmasına yardım edin. Unutmayın duyguların yanlışı olmaz; dolayısıyla olumsuz deneyim ve duyguları da dile getirmesi için cesaretlendirin. Bu şekilde ona pek çok şeyi öğretmiş olursunuz; dinlemeyi, anladıklarının doğru olup olmadığını değerlendirmeyi, yanlış anlaşılmaları düzeltmek için yol bulmayı, ne hissederse hissetsin kabul göreceğini öğrenen çocuğunuz bunlarla nasıl baş edeceğini de öğrenme konusunda büyük bir adım atar ve ihtiyaç duyduğunda yardım ister.

·         Bir şeyin yapılmasını istiyorsanız önce eşlik edin. Çocuklar özellikle evdeki zamanlarında keyif aldıkları etkinliklere daha çabuk yönelir ve orada daha uzun süre kalmak isterler. Oyuncaklarıyla oynarken “hadi yemek yiyoruz” dediğinizde hemen kalkıp yemeğe gelmesini beklemek her zaman uygun olmayabilir. Bazı günler bu rahatlatıcı etkinliklerde daha fazla vakit geçirmek isterler. Tüm yapılması gerekenleri yaptıktan sonra hala yemeğe gelmeyen çocuğunuz için yapacağınız en yararlı şey “önce bacaklar sonra dudaklar” prensibi ile hareket etmenizdir. Çağırdığınızda gelmeyen çocuğunuzun yanına gidin, sonra ne olacağın hatırlatın, kısa bir süre aktif ya da pasif bir şekilde eşlik edin ve verdiğiniz süre bittiğinde onunla beraber oyuncakları bırakıp/toplayıp yemeğe oturun. Sürekli bir şeyleri söyleyerek yaptırmaya çalışmak yerine yapılacak şeyin kaçınılmaz olduğunu hatırlatacak şekilde eşlik etmek bir süre sonra küçük hatırlatmaların işe yaramasını kolaylaştırır. Tabi yine yaş ne kadar küçükse daha fazla hatırlatma yapmanız gerektiği aklınızın bir köşesinde mutlaka bulunsun. Ve şarkı, tekerleme ya da oyuna dönüşmüş şeylerin daha kolay akılda kaldığını da hep hatırlayın.

·         Seçenek sunmak incelikli bir sanattır… Her zaman seçenek sunmanın işe yarayacağını söyleriz ancak bunu yapmak genellikle zordur. Seçenek sunarken asıl amaç işi kolaylaştırmak değildir, çocuğa “buna ben karar verdim “duygusu yaşatmak ve seçiminin sorumluluğunu almayı öğretmektir. Böyle bakıldığında seçeneklerin sınırlı olması önemlidir; en fazla üç seçenek sunulabilir hatta seçenekleri ikiye indirmek daha iyidir. Her zaman çocuğunuzun da sevebileceği seçeneklerin olmasın dikkat edin, hatta seçim yapacağı şeylerin arasında mutlaka onun çok sevdiği bir şeyin bulunmasına özen gösterin. Seçeneklerin iyi ve kötü taraflarını tartışın, onun işini nasıl kolaylaştıracağını ifade etmek işlevsellik hakkında çok şey öğrenmesini sağlar. Ancak unutmayın kendilerine göre bir beğenileri vardır ve siz ne kadar sevmeseniz de bu konuda ısrarcıdırlar. Dolayısıyla bakış açınızda esnemeler yapmaya gayret edin. Yine de tartışmaya açık bir konu değilse ikna etmeye çalışmak yerine bu konuyla ilgili net bir kararınız olduğunu, onun talebi ve duygusunu anladığınızı ancak yetişkin olarak bu konunun sorumluluğunun size ait olduğunu ifade edin. Çocuklar kırmızıçizgileri zorlamayı sever ancak bir konunun net olduğunu anladıklarında daha fazla ısrar etmezler. Yine de çok fazla kırmızıçizginizin olmaması da ilişkiniz için yararlı olur.

·         “Dinleme-duyma” düzeyini ayarlamaya çalışın. Ne yaparsanız yapın bir şekilde sonuca ulaşamadınız ve kriz oluştu... Sözel iletişimin devam etmediği durumlarda iletişimin ve ilişkinin sürmesi yine de mümkündür. Kriz sizin günlük yorgunluğunuzdan kaynaklanıyor ve geriliminiz çocuğa yansıyorsa ona çok yorgun ve kafası karışık olduğunuzu ve bunun onunla ilgisi olmadığını söylemeniz tansiyonu düşürecektir. Eğer çocuğunuzdan kaynaklanıyorsa bizim gibi düşünmeye çalışın :) Önce fiziksel ihtiyaçlarının karşılanma düzeyini, sonra rutininde bir aksama olup olmadığını en son olarak da fiziksel olarak hasta olma ihtimalini değerlendirin. Eğer bunlarla ilgili bir değişiklik/uygunsuzluk yoksa kriz anında konuşmaya çalışmayın, dinlemeyecektir. Zaten sizin de çok anlatmaya sabrınız olmayacaktır ve gerginlik tırmanacaktır. Nasıl sakinleştiğini bilen yetişkinler olarak ona o şekilde yaklaşın; sarılın, yanında durun, ona fiziksel olarak temas edemiyorsanız yakınlarında bulunun ve çocuğunuz duygusunun anlaşıldığını ve sakinleşmesini onu “terk etmeden”  beklediğinizi nasıl anlıyorsa onu yapın. Ancak bundan sonra onunla konuşabilir, onu gerçek anlamda duyabilir ve sesinizi duyurabilirsiniz.

·         “Ben dili” kavramını duymuş muydunuz? Eminim duydunuz, çok şey okudunuz ve yapmaya da çalışıyorsunuz. Ben dili temelde kendinizden bahsetmenizin yoludur; karşınızdaki kişiye ne ya da kim olduğunun vurgusunu değil yaptığı şeyin sorumluluğunu vermenizi ve sizdeki etkisini görmesini kolaylaştıran bir yöntemdir. Ben dili ile ilgili örnekler hep olumsuz durumlar ve zamanlar için verilir, oysa bu çocuğunuza model olmak isteyebileceğiniz çok güzel bir yöntemdir ve keyifli, güzel, mutlu zamanların da vaz geçilmez bir eşlikçisidir. Çok basit bir formülü vardır: “Sen böyle yaptığında ben böyle hissediyorum.” Buna eklemeler yapabilirsiniz, “sanırım bunu şöyle düşünerek/hissederek yapmıştın, ben de bunu şöyle yapsaydın böyle hissedebilirdim” gibi, ya da “şöyle hissedince böyle davranmak yerine başka ne yapsaydın ben de ... hissederdim acaba” gibi… Temel mantık, kişiliğe ilişkin hiçbir şey söylememek yalnızca davranışlar üzerinde düzenleme yapmanın mümkün olup olmayacağını düşündürmektir. 

Bunlara eklenebilecek pek çok şey olabilir şüphesiz ancak bunlardan bir kaçını yapabiliyor olmak bile çocuğunuzla iletişiminizin farklılaşmasına yardımı dokunacaktır. Temelde amacımızı unutmamakta yarar olduğunu düşünüyorum; bizler çocuklarımızın gelecekte her türlü duyguyu yaşayıp, bunlarla baş edebilecek, her türlü deneyim ve duygularını paylaşabilecek, paylaşıldığında dinleyebilecek, anlayabilecek ve kendini de anlatabilecek, davranışlarından sorumlu ve insan insana temasın keyfini ve doyumunu yaşayacak bireyler olarak yetiştirmeye çalışıyoruz. Diliyorum bu anahtarlar ile o kapının kilidini açıp, kapıyı aralamamız mümkün olur.

Sevgiyle,

Beyhan ÖZPAR

Psikolojik Danışman

8 Eylül 2015 Salı

Bir Yıldız Gibi Sönüyor Yüreğimin Işığı

Sevgili anne, sevgili baba...

Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Aklıma ilk gelen, hiç yaşamadığım ama hayalini kurduğum göç hikayeniz. Geldiğini gördüğünüz nefretin ve karanlığın yıkımından uzaklaşıp, hayatla ilgili umutlarınızı soldurmaması için yolculuk etme, huzur bulacağınıza inandığınız topraklara ulaşma arzunuz... Anne yirmi yaşında değildin her halde, bu topraklarda henüz televizyon yokken memleketinden getirdiğin televizyonu nereye koyacağınızı bilememiştiniz... Kuzularınızdan, bahçenizden, derenizden, dağlarınızdan koparak gecesi gündüzü belli olmaya bir hayata tutunma çabasının içine, yol, dil bilmeden düşüvermiştiniz. Şimdi hala yasını tuttuğum dayım senin çocuğun olacak yaştaydı ve ilkokul birinci sınıfı tekrar etmek zorunda kalmıştı... Baba sen de akademi diplomanı ne yapacağını bilmiyordun; valiye kadar gitmiştin, "bana bu diploma ile bir şeyler yapma olanağı vermelisiniz" diye. Hayatının peşine burada düşmüştün. Bu kana doymayan, nefretle beslenen topraklara tutunmak için, gece gündüz çalıştınız. Aradığınız huzuru bulabildiniz mi?

Dün gece tek derdiniz yaşlılıktan kaynaklı ağrılarınızın nasıl dineceğini bilmemenizdi. Çok şükür evlat acısı henüz yaşamadınız; ben de kardeşlerim de sapa sağlam bu sabaha uyandık. Çok şükür bir işimiz, birer ailemiz, evimiz barkımız ve yarına dair umutlarımız var. Peki biliyor musunuz dün gece kaç evde gözyaşları içinde baygın düştü anneler, babalar? İnançlarına sığınıp sabır dilediler içlerinde bitmeyen, bitmeyecek bir acıyla... Dinden bağımsız, ırktan bağımsız, milletlerinden bağımsız,  inandıkları her şeyden bağımsız; iki yaşından elli yaşına evlatlarının yasıyla boğuştular... Kimi yavrusuna ne olduğunu bile bilmiyor, kimi onu gömmek için sokağa çıkamıyor... Ateş sadece düştüğü yeri mi yakıyor gerçekten?

Parmaklarımız klavyenin tuşlarına nefretle basarken, rahat koltuklarımızda oturuyoruz. Ben olmayana, benden olmayana her türlü acıyı, isyanı, insanca olan her şeyi yasaklayıp, sonra gündelik işlerimizde sadece bize hak olanları yaşamaya devam ediyoruz. Duyguların yanlışı olmazsa eğer, neden bizden olmayanın duyduğu acıyı yok saydık?

Biliyor musunuz annecim ve babacım, empati ile ötekileştirme aynı yerde başlıyor... Benle, ben olmayanın ayırımını yaptığım o ilk anda ya büyük bir sevginin ya da sonsuz bir nefretin tohumları atılıyor. Nasıl oluyor da daha çok nefretin tohumlarını atabildik biz bu topraklarda? Nasıl oldu da dinlemeden, anlamadan sadece bana uymadığı için diğerine bu kadar öfke duyabildik? Nasıl oldu da iyinin de kötünün de aynı insan oğlu gerçeği olduğunu görmek istemedik; ya bize benzeyen mutlak iyiler dünyası ya da bize benzemeyen kötülük dolu güruhlara inandık, insanları öyle böyle böldük?

Şimdi içimde buruk bir acı, ne yapacağımı bilmiyorum. Sıradan bir insan olmaktan hep hoşnut oldum, hep öyle olmak için elimden geleni yaptım... Şimdi sıradan olmaktan ötürü nasıl da mutsuzum. İlk defa sihirli bir değneğim olsun, süper güçlerim olsun istiyorum. Bir fark yaratabilecek, insana insan olduğunu hatırlatabilecek bir iksirim olsun istiyorum... Ancak sizin de bildiğiniz gibi fazla gerçekçi bir insanım ve bunların olmayacağını biliyorum. Bana yıllarca verdiğiniz o güzel şeyler var ya; hani komşunu ailen gibi bil, başkasının ayıbını ört, her canlıyı sadece yaratandan ötürü sev ve koru, çalış çabala, insanlığa ve kendine hayırlı biri ol... İşte onlar benim yüreğime sizin büyük sevginizle atılmış ışık parçalarıydı. Çok karanlık anne, baba; benim ışığım bu karanlıkta görünmüyor, benim ışığım bu karanlığa yetmiyor. Yavaş yavaş bir kara delik tarafından çekiliyorum. Sönen bir yıldız gibi yüreğim; ışığımın kaybolduğunu, canımın çekildiğini hissediyorum.

Bana verdiğiniz yaşama yönelme arzusu ile, insanı yaşamı anlamak için ömrümü harcayacağım bir meslek seçtim ve hep öğrenmemin peşindeyim... Neye kızayım bilmiyorum bu yüzden; cehalete mi kızayım? Peki ben ne yaptım, ya da onlardan fazlasını bildiğimi kim söylüyor? Yokluğa mı kızayım? Görülmek için çırpınışa mı kızayım? Korkuya mı kızayım? Bir şeylere tutunma çabasına mı kızayım? Hani her savaşa giren insanın yanındadır tanrısı ve herkes kendi tanrısı için, ondan güç alarak savaşır ya; tanrıya, herkesin kişisel tanrısına mı kızayım?  Baş etmeye çalışırken insanlar, öfke ve nefretle beslenen bu topraklarda, yeni bir yöntem, farklı bir bakış açısı edinememelerine mi kızayım? Bazısı tüm bunlara temas etmek istemiyor ve bakmak istemiyor diye mi kızayım?

Sevgili annecim, sevgili babacım ben çok yoruldum... Ne zaman unuttu insan, insan olduğunu? Ne zaman düşünmekten, hissetmekten ve inanmaktan vazgeçtik? Ne zaman karşımızdaki kişinin düşünen, hisseden ve inanan biri olduğunu görmezden gelmeye başladık? Biri yazmıştı, evlat annenin vatanıdır diye; kaç anne baba vatanından sürüldü, vatansız kaldı? Yaşı ne olursa olsun hepsi şehit olmadı mı; bir ideal uğruna, bir düşünce uğruna, bir inanç uğruna, bir parça toprak uğruna, yaşama tutunmak uğruna...

Bana verdiğiniz her şey için teşekkür ederim... Ama tüm bunlarla beraber biliyorum masum değilim. Benim ellerimden, parmaklarımın ucundan da kan damlıyor. Hepimizin elleri kirli ve hiç bir düşünce, hiç bir inanç, hiç bir toprak bunu temizleyemeyecek...


Kızınız Beyhan

10 Haziran 2015 Çarşamba

Özgürlük Hayal Kurmaktır

Bazı kavramlar vardır, herkes bu kavramlar hakkında sayısız fikre sahiptir. Bazı fikirler birbirine çok bezer, bazıları ise taban tabana zıttır; ama asla tam olarak aynı şeyden bahsetmek mümkün olmaz. Hatta bu kavramlara ilişkin tanımlamalar bile mevcuttur; ancak bu tanımlamalara bakınca bile kültürler arası, disiplinler arası ya da dönemler arasında farklılıklar olduğunu görmek kolay olur. Bir keresinde çok sevdiğim, dünyaca ünlü bir nöropsikoloğun videosunu izlemiştim; gündelik hayatta çok kullandığımız "zihin" (mind) kavramı hakkında farklı disiplinlerden gelen kırk uzmanla yaptıkları tanımlama çalışmalarında nasıl bir çıkmaza girdiklerini anlatıyordu, bir türlü mutabık kalamıyorlardı çünkü... Dolaysıyla hep aynı soru ile karşılaşıyorum, "mutlak bir doğru var mı?".
 
Ben siyaset bilimci ya da felsefeden çok anlayan biri değilim. Çok dindar olduğum söylenemez ama inançsız olduğumu da söylemem doğru olmaz. Ruhsallıkla, insan ruhuyla çok ilgiliyim; bu mesleğimle ilişkili evet ama beni bu mesleğe itenin zaten çok önceden beri bununla ilgileniyor olmam olduğunu söylemek doğru olur. Ruhsallıkla ilgilenirken ve öğrenimim devam ederken (ki hala öğreniyorum ve öğreneceğim daha çok şey var) hep karşıma çıkan şey şu oldu: genel çerçeveleri tanımamak mümkün olmakla beraber her şey, ama istisnasız her şey kişiden kişiye, durumdan duruma, aynı kişi için andan ana değişiyor... Tıpkı yukarıda biraz bahsettiğim evrensel olmasını umduğumuz kavramlarda olduğu gibi.
 
Şimdi asıl söylemek istediğimi şeylere geçmek, bahsetmek istediğim kavramlara girmek istiyorum... Bir doğru yanlış polemiğine girme amacım yok, ben daha çok benim için anlamlarından bahsetmek istiyorum. Bu gün için seçtiğim kavramlar "özgürlük" ve "demokrasi"... Belki bir kısmınız katılacak bir kısmınız katılmayacak, ya da bazı yerlerinde benzer fikirlere bazı yerlerinde hiç de benzemeyen fikirlere sahip olacağımızı fark edeceğiz...
 
Özgürlük nedir dediğimde hepimiz için bir tanım belirdiğini biliyorum. Ben de kendi içimde ya da başkalarıyla belli sohbetler sırasında ve hatta ebeveynler ile çocuklarına değerleri ve kavramları nasıl öğreteceklerine ilişkin konuşurken pek çok tanımlama yapıyorum. Genellikle birbirine çok benzer şeyler oluyor ancak sonuçta tanımlamalar etkileşimde bulunduğum kişilerle anlam buluyor ya da anlamından kayıyor. Ancak son bir haftadır özgürlük kavramı ile ilgili ilgin bir yere vardığımı gördüm ve bunu sizlerle paylaşmak istiyorum: bence özgürlük hayal kurmaktır. Bunu son derece gerçekçi biri olarak, bu şekilde tanımlamak benim için çok tuhaf. Ama böyle söyleyip bırakmak istemiyorum, biraz anlatmaya çalışayım...
 
Özgürlük hayal kurmaktır derken bir hayale kapılmak, evrene mesaj yollamak, sürekli inanmak ve sadece inanarak gerçek olacağını düşünmek gibi şeylerden bahsetmiyorum aslında. Demeye çalıştığım şey özgülüğün herkesin bir hayali olmasına olanak tanıyan bir olgu olduğu. Yani ben bir hayal kurabilirim, bu dış gerçeklikle uyumlu olmayabilir. Asla gerçekleşemeyecek ya da öyle görünen bir şey olabilir. Benzer hayaller içinde olabilirim sizinle ama aynı olmak zorunda değildir, kendime özgü bir çok parçası vardır hayalimin. Sizinkinden çok farklı bir hayal içinde olabilirim ve sizinkinden farklı bir hayale sahip olmam bizi aramızdaki ilişkiyi bozmaz. Çünkü bu hayal bana aittir, tüm kusurları ve mükemmel yanlarıyla. Kendi içimde bunu yaşayabilirim, sizinle paylaşabilirim; dış gerçeklik, toplumsal hayat, ilişkiler buna olanak verdiğince gündelik yaşamıma taşıyabilirim. Hayalim için yargılanmam, dışlanmam, ötekileştirilmem. Diğerlerinin hayallerinin olduğunu bilirim ve bu benim için sorun olmaz. Kendi hayalime sadece kendi gerçekliğimi dayatarak başkalarının inanması ve katılması, başkalarının da benim gibi hayal kurmak zorunda olması gibi beklentilerim, taleplerim olmaz. Başkaları bana böyle bir şey dayattığında da bunu reddetme hakkına sahibimdir. Doğru ya da yanlış hayaller yoktur, sadece bana ait olan, sana ait olan, herkesin kendine ait olan hayalleri vardır. Bazen bir kişi ya da bir grup hayallerindeki ortaklıklarından yola çıkarak birlikte hareket edebilir ama asla sonuna kadar tek bir kişinin hayaline göre hareket etmek zorunda değildirler; farklılaştıkları noktada birlikte hareket etmekten vaz geçebilirler ya da farklı bir yol bularak yine de hayallerinden vaz geçmeyerek yola devam edebilirler... Ve özgürlük budur. Çok temeldir, biriciktir...
 
Son seçimlerden sonra ilk defa özgür hissediyorum. Özgürleştiğimizi hissediyorum. Eylemlerimizi sorumsuzca gerçekleştirmek anlamında bir özgürlükten bahsetmiyorum, hayallerimizi artık konuşabilmeye ilişkin bir adım atmanın verdiği özgürlükten bahsediyorum. Mesela benim bir hayalimin gerçekleştiğini söyleyebilirim; dilsiz bırakılan pek çok kesimin ses bulabilmesine olanak tanıyan bir temsilciler meclisine büyük ölçüde sahip olduk. Aynı toprağın farklı çocukları olarak farklılıklarımızla kendimizi ifade edebileceğimiz bir zemine oturduk ve aynılıklarımızı görme olasılığımız, farklılıklarımızın kabul edilişi resmileşti... Senelerce yok sayılmış, aşağılanmış, ötekileştirilmiş, kendini ifade etmek için farklı yollara zorlanmış pek çok düşünce ve var oluş  bir arada, bir ses olarak varlık gösterebilme olanağına kavuştu. Ruhsallıkla ilgili inandığım çok önemli bir şeye de alan açılmış oldu; konuşulamayan, düşünülemeyen, kendine ifade bulamayan her şey baş edilmesi daha güç olaylar ve deneyimler olarak vuku bulur. Eğer düşünülmeye, konuşulmaya ve bu süreçte ifade edişteki farklılıklara alan açılırsa artık orada baş edilebilir, çözümlenebilir konu, durum ve/veya sorunlardan bahsetmek mümkün olur; bu da baş edilmesi daha kolay bir şeydir.
 
Bundan sonra gerçekleşmesini çok arzu ettiğim hayalim ise herkesin hayaline saygı duyulduğunu görmek. Gerçekleşmesi anlamında bir eylem içinde bulunmak zorlaması olmaksızın bunları bize anlamsız, saçma, korkutucu ya da olanaksız da gelse sadece bu hayali kuran bizim gibi bir insan olduğu için ve buna hakkı olduğu için saygı duymak. Bunu, gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin konuşmasına olanak tanımak. Kibirden uzak, sakin ve insanca bir tavır takınabilmek. Savaş ve ayrılık için bahaneler aramak yerine uzlaşma ve barış için birlikte konuşmayı başarabilmek. Bir arada olabilmek, bir arada kalabilmek. Sürekli eskiyi referans alıp yeninin önüne set koymamak, yeni olana açılabilmek. Birbirimizi fikirlerin, olayların, zihnin ve politikanın oyunlarının üstüne çıkarak,  sadece insan olduğumuz için sevebilmek...  
 
Peki bu nasıl mümkün olacak? İşte burada da benim için "demokrasinin anlamı" devreye giriyor. Demokrasi, bize bu özgürlüğü sağlayan ve bu özgürlüğün korunmasını garanti altına alan şey bence. Hayallerin gerçekleşmesini değil ama konuşulmasını meşrulaştıran, bu meşruiyeti koruyan, gözeten, herkesin hayaline eşit mesafede kalabilen ve hepsini kapsayan bir alan yaratan bir güç demokrasi. Gücünü insan olmaktan, insanca yaşamaktan alan olgu... Ve bu güce çok ihtiyaç duyan, her durumda adını anan, ondan medet uman biz insanlarca korunması, yerinde kalabilmesi için çaba harcamamız gereken bir tutum bence demokrasi.
 
Son seçimler bizlere baş edilmesi daha kolay gündemlerle karşılaşmamız için bir alan yarattı. Şimdi bastırmaya, susturmaya, yok saymaya gücümüz yetmeyecek; kimse adına, kimsenin yerine konuşamayacağız. Herkes kendi sesinden konuşabilecek ve bizler bu seslerin müziğini dinleyeceğiz, birlikte bir senfoni oluşturmanın yolunu arayacağız.  Artık konuşma, konuşanı dinleme, anlamaya çalışma zamanı. Aynı hayale kapılma zorunluluğu olmadan varlıklarını kabul edebilme, bizim hayallerimizden farklı olanlarla yaşamayı öğrenme zamanı. Demokratik hakkımızı ve özgürlüğümüzü birbirimize saygı duymayı becererek kullanma zamanı.
 
Bizi ve kendini temsil etme, hayallerini konuşabilme hakkını demokratik olarak elde eden, Kürt, Türk, Boşnak, Ezidi, Ermeni, Rum, Çingene her türlü etnik kökenin, kültürün güzel rengine sahip, kadın erkek, yaşlı genç, inançlı ya da inançsız her bir vekilimizi saygıyla ve sevgiyle alkışlıyorum. Onları bizim adımıza, bizim için konuşacaklarına olan inancımla selamlıyorum. Bu özgürlüğü kaybetmemeyi yürekten diliyorum...
 
Yeni hayaller kurabilmeye izin verme, yeni hayalleri birlikte kurabilme zamanını, hep beraber umutla ve mutlulukla deneyimleyebilmeyi hepimiz için yürekten istiyorum. Sözlerimi yakın zamanda ölüm yıldönümünde saygıyla ve sevgiyle andığımız Nazım Hikmet'in bir şiiriyle bitiyorum...
 
 
"Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdeniz'e
  bir kısrak başı gibi uzanan
                                            bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
  ve ipek bir halıya benziyen toprak,
                             bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
  yok edin insanın insana kulluğunu,
                                                    bu dâvet bizim....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
  ve bir orman gibi kardeşçesine,
                                                   bu hasret bizim..."

                                                                                                                 Beyhan ÖZPAR

 
                                                               
 

2 Haziran 2015 Salı

“Babalık” Toplumsal Bir Müessesedir…

Genellikle çocuk sahibi olmak, çocuk bakımı ve çocuğa yaşamda yer sunmak hep anneler ile ilişkilendirilir. Annelik ve anneler çocuğun ruhsal, fiziksel, zihinsel gelişimi için tek ve vazgeçilmez tek yetkili olarak algılandığından hem iş hayatında işlev gösteren anneler hem de bunun tam tersi bir yol seçip evinde ailesi ile ilgilenmeyi seçen anneler, her konu ve durum için ya tüm övgüleri toplayan ya da tüm yükü sırtlayan konumunda bulunuyorlar. Oysa ki çocuklar tek bir ebeveynin ne sorumluluğunda ne de yetki alanında bulunuyorlar, genellikle atladığımız çok önemli nokta çocukların dünyaya gelebilmeleri için bir anne ve bir babanın gerekliliği...  Bu durumda babalar ve babalık nerede konumlanıyor, ne işe yarıyor, çocuk için nasıl bir ihtiyacı karşılıyor, çok az kafa yoruyoruz.

Kabul etmek gerekir ki bağlanma kuramının yanlış ele alınmasını da kapsayan kuramsal bilgi kirliliğinden, toplumsal zorunluluk ve kabullere kadar tam bir anneler çağında yaşıyoruz. Özellikle günümüzde “çocuk da yaparım kariyer de” mottosu ile annelerin neredeyse tüm alanları kapladığı, babaların da daha az “kıyabilen”, kendi çocukluklarında babaları ile kuramadıkları “oyun arkadaşı” ilişkisini çocukları ile kurmaya çabalayan, tabi bu arada yoğun çalışma temposu içinde yer alarak çocuklarına iyi bir gelecek bırakma çabası taşıyan ve bu yüzden kaçırdığı zamanlardan dolayı suçluluk duyan bir “babalık” durumu ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkün. Oysaki toplumsal hayatı tanıtmak, toplumsal hayattaki kurallar konusunda farkındalık kazandırmak, çocuğun sosyal bir varlık olmasına destek olmak ve dünya üzerinde bir yer sahibi olabilmesi için alan açmak “baba” ile doğrudan ilişkilidir.

Şimdi hep beraber bunun nasıl geliştiğine bakmaya çalışalım. Bunu yaparken de günümüz babalarının babalık algıları ve bu uğurda yaşadıkları, yapmaya çalıştıkları hakkında biraz tartışalım. Her zaman vurguladığım gibi doğru ya da yanlıştan çok hayatın bizi yönlendirdiği gibi yaşıyoruz. Amaç sadece bu yönelmede tökezlediğimizi düşündüğümüz zamanlar için yeni bir bakış geliştirmeye çalışmak.

Annelik pek çok açıdan doğal bir biyolojik olgu olarak ele alınır ve öğrenilmesine gerek olmadığı düşünülür. Kadınların hormonları vasıtasıyla zaten ruhsal olarak anne olmaya hazır oldukları vurgusu ve düşüncesi hakimdir. Ancak baba olmak ile ilgili bu tür bir biyolojik ya da hormonal gerekçelendirme yapmak olanaksızdır. Elbette ki bir kadının anne olmasına aracılık eden kişi babadan gelen kök hücredir ancak babalık, biyolojik olarak baba olmakla başlayan bir süreç değildir.

Baba olmak ile ilgili toplumsal ve kültürel algılar ve yüklemeler, bir erkeğin “babalık” yapma biçimine ve baba olma sürecine etki ediyor... Ailenin işlevi ve çocuğun ruhsallığı da içinde yaşanılan toplum, kültür ve dönem ile bağlantılı olarak değerlendirilebilir. Ancak tüm bunlarla birlikte fiziksel ve ruhsal bir gerçeklik olarak babanın varlığı, çocuğun sosyal, duygusal ve hatta bilişsel gelişiminde eşsiz bir öneme sahiptir.

Bir erkeğin ruhsal olarak baba olabilmesi çift ilişkisinde kadın ile doyurucu bir duygusal, cinsel, sosyal ve zihinsel paylaşım alanı bulduğunda daha kolay olur; bu bir kadının çift ilişkisinin hem kadın olarak hem de anne olarak kendini algılayışını etkilemesi ile eş değerli bir anlama sahiptir. Eş olarak kendisine alan açılmış olan her birey daha sonra ebeveyn olarak da ailenin gelişiminde yer bulabilir ve aile olarak var olmaya katkı sağlayabilir. Bu yüzden biyolojik olarak babanın, kendisini “baba” gibi hissedebilmesi için, anne tarafından değerli ve gerekli bir birey olarak algılanmaya ve bu alanda yetkilendirilmeye ihtiyacı vardır.

Bununla başlayan baba olma süreci doğumu takip eden zamanlarda, çocuk için önemli bir ruhsal işlevsellik göstermesini kolaylaştırır. Doğumdan sonraki ilk aylarda babanın işlevi anne ve bebek ikilisi için (ki aslında o süreç içinde bebek ve anne kendilerini bir tek vücut ve varlık olarak algılama eğilimindedirler) güvenli ve korunaklı bir çevre oluşturmaktır. Anne ve bebeğin sadece fiziksel olarak korunması değil, sosyal ve duygusal olarak korunması da önemlidir. Anneye yaptığı işin ne kadar değerli olduğunu hatırlatmak, ona içinden geldiği gibi bu alanda harekete edebilmesi için hem destek olmak hem de yaptıklarının “doğru ve iyi” olduğuna ilişkin olumlu bir duygu geliştirmesini sağlamak babanın ilk görevidir. İlk birkaç ayın sonuna doğru anne bebek ile tek bir beden olarak var olma algısından çıkarken de babanın doğrudan bebeğe yönelik olarak gerçekleştirdiği ilk sosyal davranışlar başlar.

Aslında anne ve bebeğin tek bir varlık olduğu yanılgısının değişimi önce annenin zihninde başlamalıdır. Bu da ancak ortamda bir üçüncünün, babanın, varlığı ve annenin babayı üçüncü olarak bu ikilinin arasına girmesi için hem davet etmesi hem de babaya bu üçlüde bulunması için izin vermesi ile başlar. Annenin, kendi bedeninin bir uzantısı olduğu algısı içindeki bebek bunu gerçek olarak kabul eder ve bu aslında bebeğin iç gerçekliğidir. Yani bebek için bu doğal olandır ve tüm dünya bu algı üzerine kuruludur. Baba bu dönemde dış gerçekliğin, gerçek dünyanın ve aslında dışarıda da bir hayat ve düzen olduğunun temsili olarak ilişkiye dahil olur; “bak bebeğim, dışarıda bir dünya var”… Anne ile eş ilişkisini sürdürmeye kaldığı yerden devam ettiği bu dönemde baba bebeğin her an hazır ve nazır olan annesini farklı bir birey olarak algılamasına ve ben olmayanları ya da “”ötekileri” fark etmesine yardım eder. Bu şekilde bebeğin ilk engellenme deneyimini yaşamasını sağlayarak da gerçek dünyayı küçük parçalar halinde bebeğine sunmaya başlar.

Babanın devreye girmesi, bebeğin nihayet farklı bir "nesne" olarak anne bedenine ve başka bir nesne olan dışarıdaki babaya merak duymasına olanak tanır; bu merak daha sonra dış dünyayı keşfetmesi, uygun koşullar gerçekleştiğinde de yeni şeyler öğrenmek istemesi için bir tohum olarak çocuğun ruhsallığına ekilir. Baba bebeğin hayatına dahil olduktan sonraki dönemde nesneler ya da ötekiler dünyası ile tanışması, babanın bebekle, bebeğin annesiyle olan kadar anlamlı bir duygusal ilişki geliştirebilmesine de olanak tanır. İlk dönemlerde her ne kadar anne “bakım veren” olarak adlandırılsa da baba da anne gibi bir işlev gösterebilir; bu aynı zamanda bebeğin etrafında güvenebileceği “ötekiler” olduğu fikrinin gelişimi için bir basamaktır. Yani baba olarak ruhsal işlevler ile bakım veren kişi olarak anneye yardım eden kişinin işlevleri arasında kesin bir ayrım olmasına gerek yoktur. Önemli olan sadece fiziksel olarak değil, ruhsal ve duygusal olarak da orada var olabilmektir.

Sonraki dönemlerde baba yavaş yavaş bebeğe dünyayı tanıtır. Bebek cinsiyeti fark etmeksizin hala referans noktası olarak anneyi görebilir; ancak baba da güvenilir, dayanıklı ve sevgi dolu bakım veren olarak erken dönemlerde doğru zamanda ve doğru yerde kendine yer bulabilmişse (bu yerin oluşmasına annenin izin vermesi önemlidir) bebek anneden ayrışma sürecinde babanın yardımını alabilir.

Dış dünyayı tanıtması demek babanın “dışarıdan gelen kişi” olması demektir. Dışarıdan gelir, ilişkiye girer ve ilişkiden çıkar. Dışarıdaki dünyayı yavaş yavaş bebeğe tanıtır. Bu tanıtma nesneler bazında olmak zorunda değildir; anneye bebeğin/çocuğu katlanabileceği düzeyde yaşına uygun engellemeler yaratmasına destek sunmak, bazen bu engelleri bizzat yaratmak ve güvenle hareket edebileceği bir “dışarısı” algısı oluşturmak için izin vermek de babanın önemli bir işlevidir. Annenin kaygı durumlarında anneyi sakinleştirerek, bebek/çocuk yeni bir şeyler denemek istediğinde onu denemesi için cesaretlendirerek, bazen kendisi yeni bir şeyler sunarak, hareket alanının sınırlarını, yaşa bağlı olarak geliştirip düzenleyerek veya düzenlenmesine destek olarak baba, dış dünyayı bebeğe/çocuğa tanıtır. Çocukla ilişkisi içindeki bireysel tutumu kadar, anneyle çift ilişkisindeki konumu da bunu yapmasını kolaylaştırır.

Bu cesaretlendirme çocuğun becerileri ve çevrenin olanakları dahilinde gerçekleşmelidir. Fazla kaygılı ve engelleyen bir baba kadar fazla rahat ve hiç sınır tanımayan bir baba da çocuğun dış gerçeklik ve dünya hakkında “yanlış” fikirler edinmesine yol açabilir. Çünkü babanın önemli bir diğer işlevi bu aşamada devreye girer; “yasa koyucu” olarak ya da toplumsal hayatın kurallarını aktaran kişi olarak baba… Toplumsal kuralları tanıtan baba aynı zamanda çocuğun uzlaşma becerilerinin gelişimine destek olan bir babadır da.

Günümüzde en çok zorlanılan alan bu gibi görünmekte; çünkü ilk üç yaş boyunca her hangi bir engel koymamış ya da aşırı engel koymuş bir baba üç yaştan sonra çocuğa engel koymak ya da toplumsal kuralları tanıtmak gerektiği zamanlarda diğer her şey gibi bu da anneye devreder. Anne ise zaten o güne kadar her şeyi sunan kişi olarak bu yeni görevinde genellikle zorlanır. Anne ya çocuğu için fazla yıkıcı ve katı algılanır ya pes ederek geri çekilir ve çocuğun dış dünyanın ve dış gerçekliğin sınırlarını yanlış algılamasına neden olur ya da iki durum arasında savrularak çocuk için anlaması zor bir dış dünya temsili sunar… Bu aşamada anne ve babanın birlikte işlev gösterebilmesinin tek yolu bebeğin büyüme süreci boyunca birlikte ebeveyn olarak ve çift olarak işlev gösterebilmelerine bağlıdır. Annenin kaygılı olduğu zamanlarda babanın, babanın katı olduğu zamanlarda annenin devreye girmesi ve ne olursa olsun dış gerçekliği çocuk sadece kendini daha iyi hissetsin diye bozmamaları için birlikte çalışabilmelidirler.

Birlikte işlevsellik gösteren anne babalar biraz bizim çocukluğumuzun anne babaları gibidirler. Anne, fiziksel olarak orada olmasa da ruhsal olarak babayı hep ilişkinin içine taşır. Bu sayede 4 yaşlarından sonra yavaş yavaş gelişmesini umduğumuz, çocuğun kendisini bu ilişkide “üçüncü” ve bu üçlü içindeki yetişkinlerden daha “küçük” olan yani “çocuk” olarak algılamasına da destek olur. Evde bütün rutin ve kurallara anneden çıksa bile çocuğun talepleri karşısında “bir babana soralım bakalım” diyebilmek, babanın ilişki kurma çabalarına destek olmak bazen bu alanı özellikle babaya bırakmak, annelerin tabiriyle tüm “beceriksizliğine” ve “hatalarına” rağmen babayı değerli ve yapabilen olarak çocuğa tanıtmak da annenin babaya, kendini “baba” olarak adlandırabilmesi için önemli bir desteğidir.

Tabi bu aşamada aşırı katı tutumlarda araya girerek ilişkiyi daha yumuşak bir zemine taşımak da annenin sunduğu önemli bir destektir. Burada arabulucu olmak ya da çocuk kendini iyi hissetsin diye fazladan taviz vermeyi kastetmiyorum. Daha çok babayı uygun söylem ve davranış anlamında desteklemeyi kastediyorum. Aynı şey baba için de geçerlidir; baba da elinden gelenin en iyisini yaptığını sürekli hatırlamalı ve bu ilişkiyi kurmayı istemelidir. Annenin fazla dahil olduğu durumlarda onunla uzlaşıp geri çekilmesini sağlayabilmelidir. Zorluklarda farklı bir yönteme açık olabilmeli ve telafi çabası bulunmalıdır.

Anne ile baba, bu arada eş/çift ilişkilerini de unutmamalıdır. Anne kendini günlük rutinlere ve çocukla ilgili işlere daha kolay bırakabildiği için, baba çift ilişkisini korumaya ve gündemde tutmaya daha açık olmalı, bunun için ev ve çocukla ilgili sorumluluk alıp, destek sunmaya da hazır olmalıdır.

Babanın dış dünyanın temsili olması onun dış dünya tehlikelerini çocuğuna tanıtması ve çocuğunu koruyabilmesini de içerir. Bu tanıtma çocuğun yaşına uygun geri bildirimler ile mümkündür ve aynı zamanda tehlike durumlarını göstermeden maalesef bu konuda çocuğun kendini koruyabilmesini sağlamak mümkün değildir. Bunu yapabilmek için çocuğun hareket alanı olan dünyayı genel olarak güvenli ve yaşanası bir yer olarak algılamak ve sunmak gereklidir. Bu da hiç düşmemesini sağlamak ile değil, düştüğü zamanlarda yanında bulunup kaldırabilmek, yardım alabileceğini gösterebilmek ve ne olursa olsun “babasının” ve “annesinin” onu korumak ve kendisini iyi hissetmesi için yakınlarında bulunacağını göstermek ile mümkün olur.

Babanın desteği ile çocuklar ne öğrenir? Özetle babanın ilişki içinde bulunması yoluyla çocuklar ve bebekler dışarıda bir dünya ve bu dünyanın yaşanabilir ve güzel olduğunu, sosyal ilişkilerde farklı tarzlar ve farklı insanlar olduğunu, sorun çıktığı zaman çözebileceğini, uzlaşabileceğini ya da yardım alabileceğini, tehlikeli durumları görebileceğini, gerekli önlemleri alabileceğini ya da yalnız bırakılmayacağını, görev ve sorumlulukların farklı zamanlarda farklı kişilerce belli bir anlaşma dahilinde üstlenilebileceğini ve bunun bir cinsiyet, düşünce ya da beceriden bağımsız olarak gerçekleşebileceğini öğrenir. Aynı zamanda çocuklar dış dünyanın kuralları olduğunu, bu kuralların bir anlamı olduğunu, sosyal hayatta sınırların ve kuralların sadece dış gerçekliğin soyut bir parçası olmadığını, bu kural ve sınırların onun korunmasına ve onun alanını güvence altına almasına da destek olduğunu öğrenir.

Çocuk anne babasının ilişkisi sayesinde sevginin farklı formlarını, anne babasının ilişkisinin ebeveyn olarak işlevlerinden bağımsız olduğunu ve bu ilişkide çocuk olabildiğini, çocuk olmanın keyfini çıkararak öğrenir.

Anneliğin iyice mercek altına alındığı, her şeyin "doğru" ya da "yanlış" olarak formüle edildiği ve "bilimsel ve modern" olmak uğruna doğal akışı kaybettiğimiz bu zamanlarda kayıp halka olarak gündemden düşen "baba" olmayı ve "babalık"  kavramını daha çok hatırlamak gerektiğine inanıyorum. Yazının başlarında aktardığım gibi “babalık” sadece biyolojik zorunluluk ya da geleceği garanti altına alma aracı değildir. Bir erkeğin bir erkek gibi hissedebilmesi ve bir babaya dönüşmesi, bir erkeğin bir kadına kendini kadın olarak değerli, anne olarak becerikli ve kıymetli hissettirmesine benzer bir süreçtir ve burada sorumluluk kadındadır. Bu sayede gerçek anlamını bulan "babalık", yüksek işlevselliğe sahip bir toplumsal müessese ve bir çocuğun hayata güvenle yönelebilmesinin anahtarıdır.

                                                                                                          Beyhan ÖZPAR

                                                                                                       Psikolojik Danışman