29 Eylül 2014 Pazartesi

Uymak ya da Uymamak… İşte Bütün Mesele!


Bir an için yetişkin olarak kendinizi alıştığınız düzenin dışında hayal edin. Yeni bir yerde bulunduğunuzu, etrafınızda yeni insanların olduğunu, her gün yaptığınız şeylerin dışında bir şeyler yaptığınızı ve bütün bu olan bitene sizin karar vermediğinizi düşünün. Şimdi bu düşüncenin size yaşattığı duygulara bakmaya çalışın; nasıl hissediyorsunuz? Alıştığınız konfor alanınızın dışına çıkmak, rutinlerinizin bozulması ve yeni rutinlerin bir an önce alışmanız için önünüze konması nasıl bir duygu?

Şimdi yukarıdaki tüm soruları bir çocuk olduğunuzu düşünerek yanıtlamaya çalışın; bazı duyguların adlarını bile bilmediğinizi fark ettiniz mi? Tam olarak ne olup bittiğini anlamadığınızı fark ettiniz mi?

Her yeni durum kendi içinde kolaylaştıran iyi yönler kadar, zorlaştıran kötü diyebileceğimiz yönler barındırır. Yeni bir duruma/ortama geçiş yapılmadan önce bu süreci yaşayacak olan bireyin buna hazır olduğuna ya da ihtiyaç duyduğuna ilişkin belirtilerin olması önemlidir. Bu yeni duruma önceden karar verilmesi, ilgili kişilerce bu kararın paylaşılması, yeni durum hakkında bilgi toplanması ve bu bilgilerin paylaşılması, tam katılım öncesi bu yeni durumla ilgili küçük denemeler yapılması ve tüm bu süreç içinde deneyime/duruma olumlu duyguların ve atıfların eşlik etmesi süreç içinde kolaylaştırıcı etkiye sahiptir. Bu şekilde süre giden bir “alışma dönemi”, süreç içindeki birey için katlanılabilir bir heyecan ve bu heyecana eşlik eden merak şeklinde ortaya çıkar.

Diğer taraftan yeni durum bunu deneyimleyecek kişi tarafından talep edilmemiş, ihtiyaç duyulmamış ya da hazır olunmamış bir şey olarak karşısına çıkıyorsa başlangıçtan itibaren süreç uygun planlanmamıştır. Bireyin karara katılımı sağlanmamış ya da karardan haberdar edilip hazırlanmamışsa, neyle karşılaşacağına ilişkin bir fikri yoksa ve ayrıca bu yeni durum/olayla ilgili hiçbir tanıtıcı deneyimi yoksa veya varsa ancak tüm bu denemelere olumsuz duygulanımlar eşlik ediyorsa, süreç zorlaşır. Yoğun bir endişe ve bu yeniliği reddetmek kaçınılmaz olur.

Şimdi çocukların, genelde “yeni durumlara”, özelde ise “okula” uyum süreçlerine bu çerçeveden bakmaya çalışalım.

Çocuklar yaşlarına bağlı olarak dünyada biz yetişkinlerden daha az zaman geçirmişler dolayısıyla daha az deneyime sahip olmuşlardır. Deneyimleri hayata yönelmelerinde ve yeni durumlara/deneyimlere açık olmalarında yola çıktıkları şemaları belirler. Bir yetişkine göre daha az şemalarının olması ve rutinlerine daha bağlı olmaları bu bakış açısıyla bakıldığında normaldir. İki yaşındaki bir çocuk ile dört yaşındaki bir çocuk arasında da yaşam deneyimi açısından belirgin farklar vardır.  Ve bu belirgin farklar sadece yaşa değil, ailede/ev yaşantısındaki rutinlerine, ihtiyaçlarının karşılanma biçimi ve alışkanlıklarına ve en önemlisi ebeveynlerinin genel tutum, davranış ve duygulanımlarına göre değişim gösterir.

İki yaşında bir çocuk, dört yaşında bir çocuğa göre eve, evdeki alışkanlıklarına ve düzenine daha bağlıdır çünkü daha az yaşam deneyimine sahiptir ve elindeki tek referans noktası da “o zamana dek yaşadıklarıdır”. Dört yaşındaki bir çocuk ise iki yaşındakine görece daha fazla insan ile bir araya gelmiş, daha fazla olumlu/olumsuz durumla karşılaşarak sosyal becerilerini geliştirmiş, duygularını fark edebilmeyi ve olumsuz durumlarla baş edebilmeyi başarmış; farklı durumlarla, yeni deneyimlerle daha fazla karşılaşmıştır.

Yaşa, aileye, rutinlerin işleyişine, alışkanlıklara, aynı dönemde olan değişikliklerin çokluğuna ve tüm bunlara bağlanan beklenti ve duygulanımlara bağlı olarak çocuklar yeni durumlara birbirlerinden çok farklı uyum ve alışma süreçleri geçirirler. Genel çerçeveler çizmek mümkünse de her bir çocuk için farklı tanımlanması gereken uyum sürecinden bahsetmek daha doğru olur.

Okul ise tüm yeni durumlar içinde çok özel bir konuma sahiptir. Bu özel konum, okulun sadece bir eğitim-öğretim ortamı sağlamaması, bundan daha fazlasının temsili olmasındandır. Okul sadece “akademik” bilgilerin öğrenildiği bir öğrenme ortamı değildir; sosyal ve toplumsal işlevleri olan bir deneyim alanı ve toplumun yansıtıcısı olan özel bir öğrenme ortamıdır. Dolayısıyla diğer yeni durumlardan ayrılan özel bir anlamı vardır. Okul bir çocuk için daha önce hiç karşılaşmadığı birçok çocuğun bulunduğu, biricik ve özel olarak onaylansa da diğerleri ile birlikte yaşadığı, tüm koşulların kendi etrafında dönmediğini ve koşuların diğerleri için de var olduğunu gördüğü, en önemlisi de kendi dünyasından dışarı çıkıp diğer dünyalarla karşılaştığı bir yerdir.

Okula alışmak, uyum sağlayabilmek için her çocuğun kendi zamanı vardır. Başlangıçtan itibaren eğitimciler her bir çocuğun okula alışabilmesi için onu tanımaya ve ona uygun bir planlama yapmaya çalışır. Bununla birlikte gerçek bir uyumun sağlanması için her bir çocuğun aylara ihtiyaç duyduğunu da bilirler.

Süreç adım adım planlanır, her bir adımda çocuğun bu adımlara verdiği tepkiler değerlendirilir. Aynı zamanda alışma sürecini kolaylaştıracak bilgilerin edinilmesi için ailelerle çocukların günlük rutinleri, alışkanlıkları ve yaşam deneyimlerine ilişkin bilgi toplamak üzere bir araya gelinir.

Evdeki rutinler ve alışkanlıklar, okul ve ebeveynlerin/bakıcıların tutumları ne kadar paralellik gösterirse; çocuk için ev ve okuldaki düzenleme ne kadar benzer olursa alışma süreci o kadar kolay olur. Okul toplumsal hayatın aynası ve öznel gerçeklikten çok dış gerçekliğin bir temsili olduğu için, paralellik ya da benzerlik olmayan noktalarda okulun yönlendirmelerinin aile tarafından dikkate alınması ve ailenin okula güven duyması, çocuğun da okula güven duymasına ve daha az zorlayıcı bir alışma süreci geçirmesine katkı sağlar.

Çocuğunuzun yeni bir duruma ve/veya okula uyum sağlamasını kolaylaştırmak için:

·         Çocuğunuzun yaşını, yaş dönemi özelliklerini dikkate alın. Yaş dönemi özellikleri çerçevesinde hazır olup olmadığını değerlendirin.

·         Bunun “kimin ihtiyacı” olduğundan emin olun. Yeni durumun, sizin işinizi kolaylaştıracak bir şey olduğu için mi yoksa onun hayatına doğru zamanda ve gerçekten o ihtiyaç duyduğu için girecek bir şey mi olduğunu tekrar gözden geçirin.

·         Aynı zamanda pek çok değişikliğin olmadığından emin olun. Bir şeye uyum sağlamak başka, birden çok şeye uyum sağlamak ise başka bir efor sarf etmeyi gerektirir. Çocuğunuzun aynı zamanda pek çok şeye alışmasını beklemek aynı zamanda pek çok cephede savaşmasını beklemektir.

·         Çocuğunuzdan ayrılmak, onun başka bir yere gitmesi ve gideceği yer/bulunacağı yeni durumla ilgili duygularınızı ve davranışlarınızı gözlemleyin. Ondan ayrılmak sizin için endişe verici değilse, başka bir yerde/durumda bulunması sizin için sorun değilse ve bu yeni durumun sağlayıcılarına/yeni yere ilişkin olumlu duygularınız ve güveniniz varsa, çocuğunuz da bu süreci daha kolay geçirecektir. Bunun tam tersi bir tabloda davranışlarınız da duygularınıza eşlik eden bir tablo oluşturacak ve çocuğunuz en güvende hissettiği alıştığı durumda/yerde kalmak konusunda ısrar edecektir.

·         Bu yeni durum hakkında bilgi toplayın ve bunu güvenle yapacağınızdan emin olun. Bundan sonra çocuğunuzu yaşına uygun şekilde, fazla beklenti içermeyecek bir biçimde hazırlayın. Ardından da bu yeni durumla ilgili olumlu referanslar edinebileceği küçük denemeler düzenleyin ve çocuğunuzun deneyimlemesine olanak yaratın.

·         İşbirliği çok önemlidir. Güvenle teslim ettiğiniz yeni bir yer, rahatlıkla içine bırakabildiğiniz yeni bir durumda çocuğunuza eşlik edecek kimseleri, çocuğunuz ile ilgili önemli bilgilerden haberdar edin. Eşlikçilerin süreçle ilgili gözlemlerini ve değerlendirmelerini dinleyin ve siz de gözlemlerinizi mutlaka paylaşın. Her adımın planlanması için bu bilgiler hem siz hem de eşlikçiler için çok yararlıdır.

·         Uyum ve alışma sürecinin dalgalı bir süreç olduğunu unutmayın. Yeni bir mekanı tanımak, yeni insanlarla bir arada bulunmak, bir parça engellenmiş hissetmek ve bununla baş etmeyi öğrenmek zaman alan bir süreçtir. Tatil ve rahatsızlıklardan sonra, evde bir değişimin ardından ve belli yaş dönemlerinde çocuğunuz daha önce alışmış olduğu bu duruma/yere hiç alışmamış gibi davranabilir ve bu normaldir. Tekrar dengelenebilmesi için çocuğunuza zaman verin ve bu yeni durumla paralel giden evdeki rutininizi sürdürmekte kararlı olun.

Bir çocuk için en önemli referans kaynağı anne babasıdır; rahat ve güvenli yönelen anne babalar, çocukları için güvenli ve rahat yönelebilecekleri bir çevrenin teminatıdırlar. Alışma sürecinde anne baba olarak siz de kendi duygularınıza bakın ve bu sürecin sizin için anlamını görmeye çalışın.

Unutmayın, anne baba olarak sizin için bu geçiş sürecinin anlamı ve nasıl olduğu, çocuğunuz için sürecin anlamını ve nasıl olduğunu belirleyecektir.

 

                                                                                                          Beyhan ÖZPAR

                                                                                                          Psikolojik Danışman

20 Eylül 2014 Cumartesi

Futbol Hayattır, Gerisi Detaydır…



Futbolun hayata egemen olduğu bir coğrafyada kadın olmak bazen çekilmez olsa da aslında futbolun bize hayat hakkında öğrettiği pek çok şey var diye düşünüyorum. Hatta bir adım ileriye giderek, futbolun hayatın bir temsili olduğu ve belki kendi hayatlarından memnun olmayan kitlelerin yeni, farklı bir hayat yaşama şansı olduğu için bu kadar önemli olduğunu söyleyebilirim genel gözlemlerimden yola çıkarak. “Uçtum” mu? Aşağıda bazı gözlemlerimi paylaşmaya çalışacağım ve siz karar verin benzerlikler konusunda; nasıl olsa “uçmak serbest”… Hatta belki benim kaçırdığım bazılarını sizler bulup ekleyebilirsiniz.

 Başlarken her maç bir mücadele ve belirlenmiş oyun stratejileri olarak başlar. Sonra “avantajlı” takımlar hayal kırıklığı yaşayabilir, yıldız oyuncular düşebilir ve hiç fark edilmemiş gizli yıldızlar parlamaya başlayabilir, sürpriz takımlar şampiyon olabilir... İnsan hayatının bir özeti gibidir, kötü koşullarda yetişip önemli bir kişi olabilirsiniz ya da en yüksekten başlayıp hayata hızla tükenebilirsiniz.

Maç 90 dakika… Bu tıpkı kendimize biçtiğimiz ortalama yaşam süresi gibi bir zaman dilimidir aslında. Mesela kar şiddetle yağabilir ve maç iptal edilebilir… Taraftarlar “nasıl?” diye tepkiler gösterirken hakem hava koşulları, izleyicilerin olumsuz tutumları gibi şimdilik sadece ikisini sayabildiğim sebeplerden dolayı maçı erken bitirebilir. Tıpkı bir hayatın erkenden, öngörülemez bir biçimde sonlanması gibi… Ya da bakmışsınız uzatmalar oynanmış hatta iş penaltılara kalmış… Beklentinizi aşan ve ne zaman sonlanacağını merak ettiğiniz uzun yaşamlar gibi maç uzayıvermiş.



Bir futbol takımı belli mevkiler, yedek kulübesi, teknik ekip, yöneticiler ve taraftarlardan oluşur… Bir insan da aynen bu şekilde hayatta farklı pozisyonları farklı zamanlarda ya da aynı zamanda farklı ortamlarda deneyimleyebilir. Sadece bu da değil; bazen bu yolla kendimizi sorgulayabiliriz belki de… Bir forvet gibi önde mi oynuyoruz tüm oyunlarımızı yoksa bir yedek oyuncu gibi sıramızı mı bekliyoruz arzulu ve endişeli? Antrönerler ve masörler gibi sürekli birilerinin hazır olması veya hazır olmaması durumunda mı çıkıyoruz sahaya ve görünüyoruz? Yoksa bir teknik direktör gibi miyiz elimizi çok fazla taşın altına koymayan ama sürekli nerede ne yapılacağı konusunda diğerlerini yönlendiren…

Kaçan gollere ve pozisyonlara ne demeli? Her şey çok iyi planlamıştır ve gole giden yolda harika bir atak yaparsınız. Paslar atılır, top ayağınızdadır ve o şahane anda karşı takımın kalecisi topu tutar, top dışarıya gider, hay Allah offside olmuştur, direğe çarpıp seker ve hatta belki karşı atakla gol bile yiyebilirsiniz… Hayat da böyle değil midir? Hazırlanırsınız, o harika fırsat elinizdedir ve maalesef kaçıp gidebilir. Ya da belki siz gol atmayan ama o mükemmel koşulları hazırlayansınızdır ve bazı maçlarda gördüğümüz gibi arada mevkiinizden çıkıp şansınızı gol atmak üzere denersiniz, ya tutarsa? Ve hatta hep golleri tutmak zorunda kalansınızdır belki… Ancak çok riskli durumlarda ya da artık maç bitmek üzereyken kalenizden çıkıyorsunuzdur. Daha da kötüsü, sonuç kötü olursa sizi en azından denediğiniz için takdir edip üzüntünüzde eşlik edecek pek az kişi çıkar; gerisi sadece kızgınlık ve kahırdır…

Yedek kulübesi başka bir yaşam formudur; pek çoğumuzun “yedek kulübesi” hayatı yaşarız aslında. Bekleriz, izleriz, maç oynanır ve biz oynayanları görüp onlardan biri olmayı hayal ederiz. Bazen o an gelir ve sahaya çıkabiliriz; mevkii fark etmez, kendimizi gösterme zamanlarıdır onlar. Yedek kulübesinden çıkıp devleşmek gerçek bir şanstır her zaman, o muhteşem fırsatın geri tepmesi mümkündür. O mühim golü, önemli pası atamayabilir ya da kaçırabilir veya yedek kulübesinden çıkar çıkmaz sakatlanabilir ve oyun hayatınıza veda edebilirsiniz. Yedek kulübesinde izleyen olmak beceriksiz ya da yetersiz olduğunuz anlamına gelmez üstelik, sadece uygun zamanda, uygun yerde olup, uygun hareketi yapamamış olduğunuz anlamına gelir. Ve hep içinizde bir yerlerde bunun böyle olduğunu bilir, yine de beklersiniz.

Peki, taraftar nedir, kimdir, nasıl bir hayat yaşar? Endişeli taraftar vardır, kendini takımıyla özdeşleştirir; tıpkı gerçek hayatta da kendinden yüce bir şeyler arayan ve ona sıkıca bağlanıp o olmak isteyen insanlar gibi. Ya da coşkuludur, öfkesi de neşesi de gürül gürüldür; izlediği yaşamın heyecanlarından kendi yaşıyormuş gibi doyum sağlayan başkalarına benzer. Veya kederlidir, küme çıkmanın, büyük liglerde oynamanın, şampiyon olmanın hayallerini kurar ama kendisi gerçekleştiremez, onun parçası olmadığını bilir…

Başlangıç düdüğü ilk çığlık, sonlanma düdüğü cenaze töreni gibidir. Rövanşlar olur bazen; bu ikinci şans dediğimiz önemli bir hastalıktan ya da kazadan kurtulma da olabilir, ruhsal bir dönüşüm veya reenkarnasyon inancımız da. Daha farklı ve daha “iyi” olacağı umudu taşınır ama sadece bir şansımız olur… Ve sonrasında maç biter, lig sona erer.

İnsan hayatı gibidir futbol. Her biri çok önemli oyunlardır, her bir bileşeni ayrı bir dünya ve yaşamdır. Aynı heyecanda, aynı solukta birleşir. Günü geldiğinde tıpkı bir maç gibi sonlanır insan ömrü; geride ya büyük zaferler, bol şans ya da çokça emek bırakır veya olmayan şeylerin üzüntüsü, kaçan fırsatların ağırlığı ve iyi oynanmamış bir maçın pişmanlığı kalır.

 

Beyhan ÖZPAR

7 Eylül 2014 Pazar

“Benimle Konuşan Kim?” – Bir Dil Olarak Sinema…


“Dil” nedir? Sadece semboller ve kavramlardan mı oluşur? Bu sembol ve kavramların işaret ettiği daha derin bir anlam var mıdır? Bu anlam kimin anlamıdır; dili kullanarak konuşanın mı, dili duyarak çözümleyenin mi? Dil sadece söylediklerimizden ve duyduklarımızdan mı ibarettir?

Dili düşünmeye başlayınca, kendisini çevreleyen pek çok dili fark ediyor ve onlar hakkında düşünmeye başlıyor insan; hayvanların, bitkilerin dilini, evrenin dilini, tanrının dilini, eşyanın dilini ve daha sayamadığım pek çoğunu… Peki, iletişimin bir aracı olarak “dil”, ne zaman, neden, nasıl girdi hayatımıza?

Arkaik atalarımız dili ilk önce diğer hayvanlar gibi kullandılar; Homo Neandartalis dili sadece çevrelerini tanımlamak için kullandılar. Dünyaları sınırlı ve sadece çevreleyen, duyum sınırları içinde olan bir içeriğe sahipti. Hayat yeni kaynaklarla, yeni alanlarda yol bulunca kendine, Homo Sapiens dili bir adım öteye taşıdı.  Dünya büyüyor, yeni yerlere gidiliyor ve yeni türlerle karşılaşılıyordu. Yalnız ya da küçük gruplarda yaşamak daha zorlaşıyor, insan türü hızla çoğalıyordu. Ve Homo Sapiens daha büyük gruplarda yaşayabilmek gerektiğini fark etti. Ama bunun için daha fazla dil gerekiyordu.

Dil önce grubun devamlılığını sağlayacak sosyal normları koruma için dedikoduyu yarattı; ilişkiler ağı, güven meseleleri ve kişinin grupta kendini güvende hissetmesi için… Bu yine var olan şeylerden bahsetmekti. Oysa grup büyüdükçe onları bir arada tutacak şey bu ilişkiler ağı ve reel dünyanın üstüne çıkmak zorunda kaldı;  insan görünmeyeni, olmayanı konuşmayı icat etti. Bu hayali dünyanın keşfi, şimdi kullandığımız ve biz insanoğlunu tüm diğer türlerden ayıran “kurgusal dilimiz”, içinde yaşadığımız grupların daha da büyümesine, kabileler oluşturmamıza yardımcı oldu. Bu bilişin ve insanlık tarihinin ilk devrimi ve şimdiki modern toplumların temel taşıydı…

Kurgusal dilin biz insana en büyük hediyesi, büyük grupları peşine takıp sürükleyecek bir hayal, bir fikir, bir tanrı, bir öykü ya da bir korku nesnesi yaratması oldu. Atalarımız bir ateşin etrafında, bu var olduğunu görmedikleri ancak kendisine topluluktaki her bir birey tarafından atfedilenler kadar özelliği olan kurgularını paylaştılar ve bir arada kalmayı sürdürebildiler… Böylece sadece dış dünyayı değil, iç dünyayı da keşfettiler; sadece grubun devamını sürdürebilecek normları değil, inanmayı, sakinleşmeyi, savaşmayı ve içsel olarak bütünlüklü kalabilmeyi kolaylaştıran ruhsal yasaları da yavaş yavaş oluşturmaya başladılar.

Kurgusal dil bize konuşularak uzlaşılacak bir temelin ötesinde olanaklar sundu; konuşmadan, sadece hayalini kurarak ya da düşlemleyerek üzerinde mutabık olunabilecek bir varoluş ve dünya… Bu da insanlık tarihi içinde dönüşümler geçirdi; önce genel kurallar, ardından hikaye ve ritüeller onları takiben mitler, tanrılar, şeytanlar; sonrasında daha büyük toplulukları bir arada tutabilmek için dinler ve modern dünyada da fikirlere evrildi. 

Modern dünya insanlarına fikirlere inanmak yetmedi; onlar arkaik kökenlerinin içsel ihtiyaçlarına, düşlerin verdiği güce geri dönmenin açlığını çekmeye başladılar; çünkü fikirler zihinsel bir boşluğu doldurabiliyordu ancak ruhsal bir ihtiyacı doyurmuyordu… Bireyselleşme adı altında büyüyen modern insanlar, kalabalıklar içinde kendi mitlerinin peşine düştüler. Ancak buna yardımcı olacak hikaye anlatıcıları ve şamanlar kalmamış, ruh sağlığı çalışanları ise bunu anlayamamıştı. Artık ateşin başında toplanmak yoktu, güvenli alanlar sınırlanmıştı. Ve insanoğlu kendisi ile konuşabilmenin bir yolunu aradı; insanın kendini kendine anlatmasının bir aracı olarak sinema doğdu.

Şimdi insana yeni ve kendisiyle ilgili hikayeler anlatma zamanıydı. Önce yeniden ateşin başına geçmek gerekiyordu; beyaz perde bunun yerini tutar mıydı? Ya şaman, anlatıcı; hikayeyi yazan, yöneten yeni şamanlar olabilirdi. Ve oyuncular; ateşin başına toplanmış kalabalıkların sadece düşleyerek, hayal ederek görebildiklerini, birer vücuda taşıyabilir, performe edecek yeni imgeler, idoller yaratmak mümkün olabilirdi. Geriye sadece hikayeler kalmıştı; insanın arkaik açlığını doyurup onları bir araya getirecek ama modern zamanın gerekliliklerine göre “bireysel bir düşü” uyandıracak hikayeler… Hikayeleri bulmak çok kolay oldu; arkaik ve antik kurgusal dilin ürünlerini modern psikoloji biliminin süzgecinden geçirip, teknolojinin tüm imkanlarıyla harmanladıkları zaman yeni şamanlar, insanlığa kendi hikayelerini anlatmaya başladı.

Önce sadece görüntüler vardı; düş zamanını hatırlamak kolay oldu. İzleyici kendi gerçeğini kolaylıkla sahneye yerleştirebildi. Sonra sesler geldi; görüntülere eşlik eden sözlerle duygulanım yaratmak mümkün kılındı. Ve renklenirken filmler düşlerimiz de renklendi; ortak düşleri aynı renklerde görmek daha fazla insanı bir araya getirdi. Zaman içinde tıpkı kurgusal dilin ürünlerinin dönüşümü gibi, sinemada işlenen konular ve onların işlenme biçimleri de değişti ve her zaman kendisine bunları ilgiyle takip eden izleyiciler buldu. Ateşin başından agoralara, tiyatro sahnelerinden ibadethanelere giderken izlediğimiz yolun sonunda sinema salonlarına ulaştık.

Hikaye çağlar boyu bize anlatılan bizim kendi hikayemizden başkası değildi. Aynı arkaik ihtiyaçlarla modern toplumlarda davranmamızın öğretildiği gibi davranıyoruz. Bizimle konuşan kitaplar, vaizler, fikirler ve idollerimizin anlattıkları, bilinçdışımızdaki evrimsel “kayıp parçamızın”, “eksiğimizin” yerini tutmuyor. Birlikte düş görmeye ve düşlere inanmaya hala ihtiyacımız var ve kolektif bilinç dışımız bizi sinemaya, filmlere yönlendirmeye devam ediyor. Bizimle konuşanın filmler olduğunu düşünüyoruz, tıpkı rüyalarımız gibi. Ancak konuşulan bir dil ve bir dilin konuşulma biçimi olarak sinema, bize kendimizle konuşmamız için bir alan açıyor. Filmler bizimle konuşmuyor; kendi içsel dilimiz her sinema yapıtı yoluyla kendimizle bir kere daha konuşmamızı sağlıyor.

Sinema salonlarına ihtiyaç duymadığımız bu günlerde, bize kendimizi anlatan filmlere evlerimizdeki televizyonlardan, cep telefonlarımızdan ulaşabiliyoruz artık. Bu yine de kendimizle konuşma çabamızda bulunmamızı engellemiyor. Belki beyaz perde ateşin başında toplanma gücünü biraz yitirdi; ancak onun yerine insan kendine yeni toplanma alanları buldu. Günümüzde sinema ve yapıtları hala gücünü koruyan yeni mitolojiler ve hikayeler üretmeye devam ediyor. Bununla birlikte felsefe, sosyoloji ve en önemlisi psikoloji biliminin katkıları çerçevesinde psikoterapi merkezlerindeki film yorumlama çalışmalarında, felsefe ve sosyoloji gruplarının tartışma odalarında, teknolojinin sunduğu olanaklar çerçevesinde bazen hiç yerinden kıpırdamadan sohbet alanları, forumlar ve gruplarda bu hikayeleri yaşıyor, tartışıyor. Modern zamanın “ateşi” olan ekranlarda bir araya gelme ihtiyacını karşılayıp, yeni mitolojiler olan filmler yoluyla hala kendimizle konuşuyoruz.

                                                                                                                      Beyhan ÖZPAR

Kaynaklar:

Dr. Yuval Noah Harari, İnsanlığın Kısa Tarihi Ders Notları; Kudüs İbrani Üniversitesi, 2014

Ömer Tecimer, Sinema: Modern Mitoloji; Plan B Yayınlar, 2008