19 Nisan 2014 Cumartesi

Gezmek, Görmek, Yemek, İçmek...

Reggio Şekeri: Samir
Bir süredir yazmadım. Daha önce söylemiştim aslında tembel olduğumu:) Bugün başka bir telden çalacağım...
Geçtiğimiz 15 gün benim için çok yoğun ve yorucu geçti. Önce okulun düzenlediği İtalya gezimiz gerçekleşti ardından -ama hemen ardından- dört günlük bir eğitime katıldım. Sonra da aralık vermeden doğru okula, iş başına... Gerçekten hiç dinlenmeden geçirdiğim bu on beş günlük zaman zarfının dinlendiğim tek günü dün oldu :) Yarım günüm olduğu için eve erken geldim ve dinlenebildim. Bu sabah bunun huzuru ile yazıyorum sanırım.
İtalya seyahatimizin amacı öğretmenler olarak çalıştığımız kurumun temel yaklaşımını yerinde görüp deneyimlemekti. İtalya'da, İtalya'nın kuzeyinde yer alan Emilia Romagna bölgesinin küçük kentlerinden olan Reggio Emilia'ya gittik. Pazar günü Bologna'ya varan uçağımız ve günün pazar olmasının rahatı ile Bologna'yı gezebildik. Daha önce de İtalya'da bulunmuştum ve şehri yürüyerek  gezdiğimizde kabaca bir fikir sahibi olabileceğimi bilmek beni keyiflendirdi. Nitekim düşündüğüm gibi de oldu...
Bologna'da detaya inemesem de kent hakkında bir fikre sahip olabildim. Ancak bununla ilgili olarak sonra yazacağım. Çünkü İtalya'dan ayrılmadan önce, gruptan erken ayrılıp bir kez daha kenti görebilme şansım oldu.
 

Tren ile Reggio Emilia'ya vardığımızda akşam olmuştu ve tipik bir İtalyan akşamı karşıladı bizi; her yer bomboştu:) Yürüyerek otelimize vardık ve pazartesi sabahına uyanmak üzere dinlenmeye geçtik.. Genel olarak Reggio Emilia küçük bir yer. Büyük olsaydı bir şey fark eder miydi bilmiyorum, Roma'da bile her yeri yürüyerek gezdiğimiz düşününce :) Bu küçük kasaba, İtalyan usulü sadece bina yüzü gördüğünüz ancak koca kapılarının ardından muhteşem avlulara açılan güzel, yürünesi sokaklar ve oturup keyif alacağınız meydanlarla dolu. İnsanlar mutlu. Her ne kadar bu krizde nasıl mutlu olabilirler diye düşünülebilir ancak mutlular... Sakin ve huzurlu hayatlarına devam ediyorlar ve her anı yaşadıkları, hayatın tadını çıkardıkları her hallerinden belli oluyor. Bütün o dokümantasyon merkezi, geri dönüşüm merkezi, okul, atölyeler gezileri sırasında gördüğüm en önemli şey sadece bizim grubun koşturduğu oldu... Ve bu bana acıklı geldi; yani neyi kovalıyoruz, neyden kaçıyoruz, neye yetişmeye çalışıyoruz, niye yaşıyoruz gibi sorular sürekli kafamı kurcaladı. İnsanlar bisikletleri ile bir yerden bir yere gidiyor, çocuklar rahat ve özgür, okul çıkışlarında kafelerde arkadaşları ile sohbet halindeler -gerçekten küçük çocuklar bile-, yetişkinler sakin sakin yemeklerini yiyip, içkilerini yudumluyorlar ve hayatla uyum içinde görünüyorlar...
Hazır kafeler demişken :) Bir yere gitmeden önce orayla ilgili biraz araştırma yapmak ve özellikle ne yendiğini bilmek çok önemli diye düşünüyorum. Evet yine pizza ve makarna ama yöreye özgü tatlar önemli. Mesela parmesan peyniri bu bölgede daha kaliteli ve geleneksel. İlk olarak bu bölgede üretilmiş ve parmaggiano emiliana tavsiye edebileceğim önemli bir lezzet. Sadece bu mu; tabii ki değil... Modena, Reggio Emilia dan iki durak önce bir sanayii kasabası. Belki biliyorsunuzdur ama ilk Ferrari bu kentte üretildi ve üstelik bir traktör motorundan :) Neyse, Modena hakkında asıl söylemek istediğim şey sirke... Modena sirkesi dünyaca ünlü bir ürün; ürettikleri balzamik sirkesi saklanmadan da oldukça lezzetli ancak bir de meşe fıçılarda saklanmışlarını denemelisiniz. Gerçek bir gurme ürün ancak tüm gurme ürünler gibi biraz pahalı :) 3,5,10,15,20,25 yıl gibi sürelerde meşe fıçılarda bekletiliyorlar ve bekledikleri süre boyunca fiyatları da artıyor:)
Domuz eti yurt dışında zaten çok tüketilen bir ürün ve bundan bahsetmeye bile gerek yok belki de ancak bu bölgede diğer et ürünlerini de bulmak mümkün.
Sebze yok mu? Olmaz mı :) Bölge tarım bölgesi; ancak nerede aradığınıza dikkat etmelisiniz... Restoranlar ve kafeler sebzeyi garnitür olarak servis ediyorlar o yüzden az tükettiğinizi düşünebilirsiniz. İşte burada kentte kaybolmak devreye giriyor, sanki bu mümkünmüş gibi:) Ben grubun dağılıp yalnız takıldığı bir zaman dilimizde, ara sokakları turlarken -her zaman ne varsa ara sokaklarda vardır diye düşünürüm- elma alabileceğimi düşündüğüm küçük bir dükkan gördüm. Daha çok manav gibi görünüyordu ta ki içine girene dek... Gerçek bir sebze-meyve cennetine düştüm. Buraya vegan-şarküteri diyebilirim sanırım. Sattıkları ender proteinler deniz ürünleri ve tahıllardı ki bunlar da nefis salataların içindeydi... Tezgah, fırınlanmış enfes sebzelerle, çiğ ancak salata için hazırlanmış çeşit çeşit malzemelerle, harika bir meyve salatası ile rengarenk ve çok baştan çıkarıcıydı ve ben bir elma ile kalamadım :) Sonraki günlerde de sebze ve meyve  ihtiyacımı oradan karşıladım; magnifico! Yine restoranda bir şey yiyecekseniz eğer porçini mantarlı, trüf yağlı ya da domates soslu, bol parmesanlı ürünleri tavsiye ederim hem de şiddetle...


Boş bir günümüz oldu biz de bir durak sonra ki Parma'ya gittik... Çok iyi bir fikirmiş. Diğer kentleri gezmedim bu bölgedeki, mesela Reggio Castelfranco'ya ya da Milano'ya gitmedim ancak bence bölgenin yıldızı Parma... Sokaklara daldık, haritamız yoktu sadece sezgilerimize güvendik; ne de iyi yapmışız :) Kent yaşıyor; her yönüyle yani. Çok renkli, keyifli, hayat dolu bir kent ve aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Mesela biraz su :) Kentin içinden bir nehir geçiyor. Kocaman üniversite binası, harika kiliseleri ve güzel sokakları var keşfedilecek. Pek çok sanatçının doğduğu ve ürünlerini ortaya koyduğu yer olduğunu söylemeliyim mesela... Ve İtalya'nın bence en keyifli oyuncakçısına gitmek için de keyifli bir şans sunuyor. Eşimle daha önce Roma'da keşfettiğimiz Citta Del Sole'nin bir şubesini gördüğümde neredeyse ağlayacaktım; eşimin hediyesini de oradan aldım. Her zamanki gibi küçük muhteşem detaylar ve şaşırtıcı ürünlerle doluydu...
 
 




Son gün geldi ve biz -ben ve Pelin-, gruptan erken ayrılıp tekrar Bologna'ya gittik. Daha önce söyledim sanırım, bir yeri gezmenin en güzel şekli orada kaybolmak; tabi yapabiliyorsanız:) Övünmek gibi olmasın ama yer-yön duygum çok ender olarak beni hayal kırıklığına uğratır, oldukça gelişmiştir. Bologna'yı haritasız, daha önceki rotamızı referans alarak ve aralara girip kaybolmaya çalışarak gezdik bu defa.


 
Bologna kırmızı bir kent, kiremit rengi yani... Domatesle yaptıkları enfes sos bolonez sadece kentin adından almıyor adını bence. Bologna'da kiremit rengi binalarından alıyor sanki adını. Gözünüzün erdiği pek çok şey kiremit rengi. Toprağı ve onun renklerini seviyorsanız harika bir kent. Ben kendi adıma şehri yaşamanın iki farklı şeklini gördüm Bologna'da. İlki hafta sonu yaşaması :) Kalabalık fark etmiyor da sanki sokağa çıkan insanlar fark ediyor. Hafta sonu daha çok turistlerin sokakta olduğu bir gün sanki; yani kentin dışından gelenlerin. Ve daha amaçsız ve gürültülü bir topluluk dolanıyor ortalıkta. Hafta içi yaşaması ise biraz farklı; sokaklar yine kalabalık ama bu defa yerlisinin doldurduğu bir Bologna. Yine okullarından çıkmış her yaştan öğrenci, işlerine ara vermiş bir sürü yetişkin  keyifli zamanlar geçiriyorlar; ben kendi adıma hafta içi Bologna'sını daha çok sevdim. Şehre daha çok dokunabilmişim gibi geldi. Bir de haritasız olmanın bir güzelliği vardı açıkçası; kendimi kentli gibi hissettiğim o kısacık zamanlar beni mutlu etti. Yemek içmek kuralları aynı, zaten bölgeye özgü düşünmek gerekiyor sanırım İtalya'da.



Emilia Romagna yemek kültürünün önde olduğu, tarım ve hayvancılığın önemli olduğu bir gurme bölgesi gibi ama yerel üzümlerini tavsiye edemeyeceğim. Bence Toscana bölgesi üzümlerinden yapılan nefis şarapların bir eşi yok İtalya'da. Ve yine sanki İtalya'da yaşıyor olsam ben Toscana'da, Floransa yakınlarında bir bağ evinde yaşamayı tercih ederdim. Aynı gurme zenginliği Toscana'da var tek bir farkla; Toscana'da denizden gelenlerin çeşitliliği daha fazla ve daha güzel kullanıyorlar deniz ürünlerini... Tam bana göre yani :)
Neyse; İstanbul'a geldik. Sevdiğim insanlar burada olmasa sanırım yaşamayı tercih etmeyeceğim bu kente... Evet, biliyorum İstanbul gibisi yok falan filan... Ya bu sadece içinde doğduğumuz kent olduğu için bizi çevreleyen, kendimize söylediğimiz bir yalansa? Neden kendimizi daha özgür, keyifli ve huzurlu hissedebileceğimiz, hayatı kovalamadığımız sadece iliklerimize kadar yaşadığımız bir yerde hayal etmekten korkuyoruz? Bu kararı vermek vazgeçtiğimiz o şahane gelirlerimiz, muhteşem kariyerlerimiz, çabamız, emeğimiz, sonsuz koşturmamız sonrasında karşılaşacağımız boşluk yüzümden mi zor ve bu boşluğu seçmiş olmanın verdiği sorumluluktan, amaçsızlığın "ağır yükünden" mi korkuyoruz? Ya amaç sadece hayatı yaşamaksa; her anını, kaçırmadan, acısını içimizde hissederek, her duygunun içinde biraz kalarak ve içinden geçerek? Nereye yetişmeye çalışıyoruz? O yeri bizim için kim seçti?
İşte böyle sorular daha uçağın iniş manevraları sırasında içimi doldurdu. Sanırım basit bir hayat istiyorum. Kendiliğinden, doğalında zaten karışık olmayan ve ne kadar uğraşsam da karmaşıklaştıracağım bir alanımın olamayacağı kadar basit bir hayat:) İstanbul, yağmur, her hava değişikliğinde cehenneme dönen trafik, işe yatişme, işten eve yetişme, koşturma ve hep bir yerlere varma çabası ama o yere hiç varmama... İstanbul bana Hakan, ailem ve arkadaşlarım gibi güzellikleri sunuyor ama bu güzellikleri yaşamam için hiç zaman bırakmıyor. Ve benim evde olmak, Hakan geldiğinde evin sıcak yemek ve kurabiye kokması, istediğim kitapları okumak, dilediğim kişileri görmek, onlara vakit ayırmak hayalim hep bir hayal olarak kalıyor...
Yazımı bitirirken duam... Bir reklamda diyor ya "hepimiz tatil için çalışıyoruz!"; keyif aldığım için, keyif aldığım kadar ve keyif alarak çalıştığım, tatilin bir ödül değil gelenek ve yeni insanlarla tanışma fırsatı olduğu, hayat için koşmadığım, hayatın içinde yürüdüğüm bir yaşam...

Amin.

Beyhan

4 Nisan 2014 Cuma

Halet-i Ruhiye...

Şimdilerde dillere pelesenk olmuş "psikoloji" aslında ciddi bir müessese... "Psikolojim bozuldu" ne kadar güncel bir kullanımsa da, bence aslında içerdiği derin ve gerçek anlamından o kadar uzak.

Nereden geldi şimdi bu aklıma? Bu günlerde kendimi pek iyi hissetmiyorum. Hayır, sağlığımla ilgili bir durum yok çok şükür. Üstelik bahar da geldi ve genelde bu zamanlar benim en keyifli olduğum zamanlar. Hem de balkonumu istediğim hale soktum büyük ölçüde; balkondan sarkan sardunyalarım, güzel lavantalarım, kekiğim, biberiyem, filizlenmekte olan çin karanfillerim, gelinciklerim, hatta inanmazsınız pencere önünde de rokam ve terem var.... O kadar keyif aldım ki hepsini yaparken. Ama yine de pek iyi hissetmiyorum bu bir kaç gündür. Galiba doğum günüme az kaldığı için...

İnsan doğum günü yaklaşıyor diye üzülür mü? Normalde ben doğum günlerimi çok severim, baharın en güzel günlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Yaşlanmaktan falan da korkmuyorum aslında; ben her yaşımı çok seviyorum, her biri yeni bir macera gibi gelir bana. Ama bu sene biraz buruğum...

Zannederdim ki bazı şeylerin zamanı vardır ve o zamanların ötesine geçtiğinde artık çok geçtir. Ben 35 yaşımı böyle bir sınır olarak koydum bazı şeyler için. Bu sınırı sadece kafamda koymamışım anlaşılan, yüreğime de aynı sınırı koymuşum ve şimdi beni sıkıştırıyor. Derdim ki içimden, "36 yaşıma girdiğimde bebeğim olsun kucağımda". Bunun olacağına da çok inanıyormuşum içten içe. Şimdi 36 yaşıma giriyorum. Kucağım boş. Belirlenmiş bir sıkıntı olmamasına rağmen henüz bir çocuğumuz olmadı. İtiraf etmemiştim daha önce ama bu durum beni çok mutsuz ediyor. Yani yine bahar geldi ama ben ne çiçek açabildim ne de meyve verebildim.

Daha önce bunu bir boşluk olarak deneyimlememiştim. Şimdi bir boşluk gibi yaşıyorum. Yani sanki hep vardı da şimdi yok oldu gibi. Bir süre hamile haberi almak, duymak istemedim. Duyduğumda kızgınlık yaşadım. Bebeği olan arkadaşlarımla çok az görüştüğümü fark ediyorum son bir senedir. Sanki üzüntümün faturasını birilerine kesiyormuşum gibi. Çok saçma değil mi?

Şimdi bu yazıyı okuyan tanıdıklarım ya da beni tanıyanlar için çok şaşırtıcı gelecek bu yazdıklarım. Normalde ketumumdur, bunu özel ve mahrem bir konu olarak ele alıp paylaşmam pek kimseyle. Benim içimdeki en derin sırdır bir bebeğe duyduğum özlem. O yüzden bu paylaşım şaşırtıcı gelecektir diye düşünüyorum. Ama aslında şimdi geliyor itirafın büyüğü :)

Ben uzun zaman "çocuk istemiyorum, en güzel çocuk başkasının çocuğu" diyen tiplerdendim :) Son bir kaç gündür fark ettiğim şeyler var; yani aslında kendime bile yeni itiraf ettiğim şeyler. Ben tüm bunları söylerken ve bir bebek fikrine uzak dururken bile aslında uzaktan uzaktan nasıl olur diye hayal ediyordum. Ediyormuşum demeyeceğim; bu da "ah aslında bilmiyordum öyle olduğunu" gibi bir kendimi kandırmaya girecek, buna gerek yok... Ben nasıl bir anne olurdum, bebek kucağımda nasıl dururdu gibi düşünürdüm aslında ama kendime bile söyleyemezdim.

Ancak bir kadın olarak insan kendi biyolojik gerçeğinden ne kadar kaçmaya çalışırsa o kadar dibine vuruyormuş, şimdi onu görüyorum. Çünkü artık yaşım sıkıştırıyor... Bunu arzuladıkça daha belki daha fazla engel koyuyorum. Kendimi rahatlatmaya çalıştıkça daha çok kapana sıkışıyorum, çünkü aslında ne yaparsam yapayım bu konu ana gündemim oluyor. Şimdilerde "psikojenik infertilite" kavramını anlıyorum, deneyimliyorum...

Bu kadar itiraf bana bile fazla geldi... Yazarken yorulduğumu fark ettim. Daha fazla uzatmadan konuyu bağlayayım :)

Şimdi benim "psikolojim bozulmuş" mu oldu? Bence hayır. Bir stresle baş etmeye çalışıyorum, o ortada. Hem de böyle en temelinden, varoluşsal bir mesele ile baş etmeye çalıştığımı görüyorum. Ama ruhsal bir çökkünlük yaşamıyorum -en azından şimdilik :)-, bir yarılmanın eşiğinde değilim ya da ne intihar ne de cinayet planları yapıyorum, böyle bir dürtüye sahip değilim. Ama içsel bir acı duyumsuyorum. Bu beni farklı duygu durumlarına sürüklüyor. Dolayısıyla ufak da olsa savrulmalar yaşıyorum ve bir denge noktası bulmaya çalışıyorum. Yani anlayacağınız keyfim pek yok, canım sıkkın, pek bir şey yapmak istemiyorum. Kocam olsa buna "working through"  derdi; belki haklı da olurdu :)

Neyse benden bahsettiğimiz çok oldu... Artık bir süreliğine bu konuyu kapatayım ve yine içime çekileyim. Bu kadarını paylaşmam bile mucize zaten.

Tekrar görüşünceye kadar, sevgiyle...

Beyhan